Türkiye’nin yaşayan en önemli tarihçilerinden Halil Berktay bir yanda üniversitedeki dersleri ile her gün onlarca gence birikimini aktarıyor diğer yandan Serbestiyet’teki yazıları ile günceli değerlendiriyor. Tarihçi ama tarihe hapsolmayan kimliği ile Berktay, Türkiye’nin ve dünyanın bugününe ve geleceğine dair keskin, net, iddialı tespitleriyle dikkat çekiyor. Perspektif olarak kendisi ile mülakat ölçüsünü aşan bir ufuk turu yapmak istedik. Berktay’ın kapsamlı ve titiz cevapları da mülakat ölçüsünü aşınca konuşmasını bölümlere ayırdık. Keyifli okumalar.
PERSPEKTİF: Sayın Berktay, Perspektif olarak sizinle orta ve uzun vâdede peşpeşe beyin fırtınaları yapmak istiyoruz. Bunu bir ilk olarak gördüğümüz için de, güncel eğilimlerle başlamak iyi olacak. Sizin son yazılarınızda değindiğiniz gibi, yaygın bir popülizm ve otoriterleşme algısı var. İçinde bulunduğumuz matrisi nasıl okuyorsunuz? Gerçekten böyle bir trend var mı? Mevcut ânı nasıl tarif ediyorsunuz?
Böyle bir popülizm ve otoriterleşme trendi yaşadığımız, son derece açık. “Trend” demek bile âdetâ hafif kalıyor. Yeni bir dünya realitesi oluştu. 2000’li yılların başından itibaren giderek hızlanan bir şekilde, özellikle de son on yılda, giderek daha otoriter, çoğulcu değil çoğunlukçu, şu veya bu şekilde bir çoğunluk sağlamış olmayı bir mutlak yetkiler manzumesine dönüştüren, hattâ diktatoryal iktidarlar oluştu, oluşuyor. Lâmı cimi yok. Aması fakatı yok. Etrafımızı saran ve içinde yaşadığımız gerçekliğin ta kendisi.
Demokrasinin Serüveni: İlkçağdan 19. Yüzyıla
Hemen belirteyim ki demokrasiden böyle bir dönüş, yeryüzünde ilk defa yaşanmıyor. Kuvvetler ayrılığını ve hukuk devletini içeren klasik demokrasi, insanlık tarihinde çok yeni. Belki biz çok sevdik ve alıştık; çok istiyoruz ve kaybına tahammül edemiyoruz. Bunun yitirilmesi, aşınması ve gerilemesini rasyonalize etmek için söylemiyorum. Ama aslında çok yeni ve olağanüstü. Sonuç olarak, Eski Yunan’da, özellikle de Atina’da bir parça demokratia adıyla var. Roma’da bir parça res publica adıyla var. O çağda demokrasi ile cumhuriyet birbirinden farklı şeyler değil; biri Yunanca (Eleniki) ve Yunan kültürü içinde bir kavram; diğeri Latince ve Roma kültürü içinde bir kavram. Ama ikisinin asgari müşterekini bulacak olursak, “kamusal alanda vatandaş siyasası” (citizen politics in public space) diye tarif edebileceğim bir şeyi kastediyorlar. Herhangi bir sarayın, hanedanın, hükümdarın yetki alanı dışında kalan, bireylerin birey olabildiği bir kamusal alanın oluşmasını ve bu kamusal alanda bireylerin özgür bireyler olarak belirli siyasal tercihlerde bulunabilmesini, çıkıp fikir söyleyebilmesini, konuşabilmesini, çeşitli adayları bilip tanımasını ve yeri geldiğinde onlar lehinde oy kullanabilmesini, onlarla taraf olabilmesini kastediyorlar.
Kamusal alanda vatandaş siyasasının İlkçağda sadece bu iki örneği var; ondan sonra uzun süre yok. Yok ama, söz konusu Atina ve Roma denemeleri derin bir iz bırakıyor. Bu kavramlar siyasal düşünce tarihine giriyor. Literatürde yer ediyor. Sonraki denemeler için belirli bir model ve çerçeve, bir “metinler-arasılık” (intertextuality) oluşturuyor.
Yeniçağ ya da Erken Modernite ile birlikte, özellikle de 1789’da patlak veren Fransız Devrimi ve sonrasından itibaren, tekrar zigzaglı bir şekilde oluşmaya başlıyor. Yani belirli bir kamusal alan giderek açılıyor ve bu alanda bireylerin giderek daha özgür bireyler olarak davranma olanakları genişliyor. Doğrusal değil dolambaçlı ve zigzaglı bir şekilde gelişiyor; bazen iki adım ileri bir adım geri, bazen bir adım ileri iki adım geri atılıyor. Bu açıdan Fransa’nın 19. yüzyıl tarihi çok tipik: Birinci Cumhuriyet (1792-1804) ve Birinci İmparatorluk (1804-1815); sonra İkinci Cumhuriyet (1848-1852) ve İkinci İmparatorluk (1852-1870); sonra Üçüncü Cumhuriyet (1870-1940) şeklinde salınıyor.
Bununla birlikte, net bir seküler trend de söz konusu. Bir bütün olarak baktığımızda, demokratik olanakların genişlediğini görüyoruz. Hükümdarların yetkileri giderek sınırlanıyor veya tamamen ortadan kalkıyor. Mutlakiyetlere “teşkilât-ı esasiye” kanunları eklemleniyor. Böylece meşruti krallıklar veya anayasal monarşiler doğuyor. Bir adım ötede, yerlerini cumhuriyetlere bırakıyor. Vatandaşların seçme ve seçilme hakları adım adım genişliyor. İlk başta belirli bir gelir ve/ya mülkiyet seviyesine bağlı, bazen iki kademeli seçimler söz konusu. Önce “ikinci seçmenler” seçiliyor. Sonra onlar asıl yönetim kademesini seçiyor. Sokak ve güruh (mob, rabble) korkusunun yol açtığı kısıtlayıcı uygulamalar. Bütün bunlar adım adım aşılıyor. Temel (siyasî) hak ve özgürlükler tanınıp tanımlanıyor ve genişliyor. En son gelen haklardan biri, kadınların seçme-seçilme hakkı; çok uzun süre sırf erkeklerle sınırlı bir siyasal demokrasi söz konusu. Bir yanda devrimler var: başarılı devrimler; kısmen başarılı zira tâviz verilip yumuşatılan devrimler; yenik ama yenilse bile toplumu sarsıp sallayan devrimler. Diğer yanda, seçimlerden kitle gösterileri ve protestolara uzanan daha barışçı ve reformcu mücadeleler. Hepsi karşılıklı etkileşim ve rezonans içinde. Yani kitlesel demokrasinin inşası (construction of mass democracy) dediğimiz şey, 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın bir bölümü boyunca ilerleyen karmaşık bir süreç. Kaldı ki demokrasi tek bir şey de değil, demokrasinin gündemleri de bir çırpıda oluşmuyor; üst üste, katman katman biniyor. 19. yüzyılda demokrasi veya temel demokratik talepler dendiğinde akla gelenler nispeten daha basit; temel siyasal hak ve özgürlüklerle sınırlı. Zaman içinde genişliyor; refah devletini, siyasi hakların ötesinde sosyal hakları içine almaya başlıyor. Daha da sonra çok-kültürlülüğe doğru açılıyor. Sadece nispeten homojen bir etno-linguistik millet tanımını değil, “azınlık” veya “ötekiler” denilen kesimleri de (Eski Yunan’da metik denen ve vatandaşlığa dahil edilmeyen “yabancı”ları da) kucaklarken, bir yandan da kültürel haklara, hattâ özgür cinsel tercih haklarına doğru adım adım yayılıyor.
“Bitmemiş ve Bitmeyecek”
Böyle baktığımızda, demokrasi hem bir seküler trend, hem de her zaman bitmemiş bir süreç. Tersten söylersek, yeryüzünde hiçbir zaman tamamlanmış ve bitmiş, mükemmelliğe erişmiş bir demokrasi olmayacak. Her zaman demokrasi yönünde ilerlemeler kaydedilecek ve aynı zamanda yeni yeni eksikleri, güdüklükleri, boşluk ve sakatlıkları da ortaya çıkacak. Bunlardan yararlanıp, çağına göre çeşitli bahane veya fırsatçılıklarla karşı-demokrasi hamleleri başlatıp demokrasiyi geriletenler zuhur edecek. Özgürlük olanakları ile bu özgürlük olanaklarına yönelik kısıtlamalar birlikte tırmanacak (en somut örneği, internet). İnsanlık, ister Marksist-sosyalist vizyon, ister liberal vizyon, ister başka bir paradigma (meselâ yeni ve kurtarıcı bir İslâm medeniyeti tahayyülü) çerçevesinde, hiçbir zaman bir altın çağ yaşamayacak. Altın çağ olmadı ve olmayacak. Çeşitli asr-ı saadet kavramları, hep sadece o özel asr-ı saadete, o özel ütopyaya inananlar için asr-ı saadet olarak kalacak. İster Ultra-Ortodoks (Haredi) Yahudiliği ve onun içindeki Hasidizm alt-grubu için; ister Doğu Ortodoks Hıristiyanlığının Old Believer’ları için; ister Hıristiyan veya Müslüman fundamentalistler (köktendinciler) için; ister Atatürkçüler için; ister hâlâ ilkel komünist toplum idealizasyonuna inanmaya devam eden bir kısım Marksistler için…altın çağ veya asr-ı saadete dönüş hep bir hayal olarak kalacak. Realitede, adalet ile adaletsizlik, hukuk ile hukuksuzluk, demokrasi ile demokrasisizlik, özgürlük ile özgürlüksüzlük arasındaki mücadele sürüp gidecek. Dolayısıyla sözünü ettiğim seküler trendin etrafında, çeşitli konjonktürel salınım ve dalgalanmalar, döngüler de hep yaşanacak.
“Seküler trend” bir matematik ve iktisat kavramıdır. Belirli bir bağımlı değişkenin, belirli bir dönem veya zaman süresi için de, az çok istikrarlı hareketi anlamına gelir. Bunun etrafında ise dalgalanmalar oluşabilir. Daha önce de görüldü. Benim kafamda hep Birinci Dünya Savaşı ve sonrası var. Dünya ve Avrupa tarihinde 1914-18 ve 1939-45, iki muazzam dönüm noktası. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da sadece birkaç cumhuriyet var (Portekiz, Fransa, İsviçre, San Marino). Birinci Dünya Savaşı sonrasında hızla çoğalıyorlar. Çünkü bazı büyük imparatorluklar dahil hanedan devletleri yıkılıyor ve parçalanıyor. “İmparatorlukların alacakaranlığı” yaşanıyor. Çarlık Rusyası 1917’de devrimle sona eriyor. Bismarck zamanında kurulan Alman İmparatorluğu ile çok daha eskilere giden Avusturya-Macaristan ve Osmanlılar da savaştan mağlup çıkıyor ve parçalanıyor. Rusya, Ukrayna, Belarus, Litvanya, Letonya, Estonya, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgizistan, Ermenistan, Azerbaycan sonra hepsi Sovyetler Birliği’ne bağlanacak)… Bunların dışında Finlandiya… Almanya, Avusturya, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya… Böyle bir dizi yeni cumhuriyet kuruluyor. Bir anayasacılık dalgası baş gösteriyor ve herkes birbirinden anayasa alıyor. Türkiye Cumhuriyeti de izole bir olay değil; bu genel dalganın bir parçası. Fakat maalesef “inkılâp (devrim) tarihi” derslerimizde böyle mukayeseli bir çerçeve içinde ele alınmıyor.
İki Savaş Arasında (1918-1939) : Demokrasinin Yükselişi Ve Çöküşü
Öyle veya böyle, 1918-20’de demokrasi büyük bir hamle yapmış gözüküyor, fakat sonra tersine dönüyor. Hemen şunu belirteyim: 19. yüzyıl boyunca sadece demokrasinin sözcü ve savunucuları yok; demokrasi düşmanlığının sözcü ve savunucuları da sahneye çıkıyor. Bunlar “eski düzen”i (ancien régime) sahiplenen kralcılar, monarşistler (ikisi aynı şey değil), soylular, büyük toprak sahipleri, Kilise ve Ordu’dan ibaret değil. Bu tür Eski Muhafazakârların (Old Conservatives) yanısıra, yeni ve reaktif bir liberalizm ve demokrasi düşmanlığı da sahneye çıkıyor. Kâh sağdan (milliyetçilikten), kâh soldan (Marksistleşen sosyalizmden) geliyor. Özellikle sert milliyetçiler (ki daha çok Almanca konuşan bir coğrafyadan çıkıyor), demokrasinin bölücü ve parçalayıcı olduğunu; buna karşılık milletin sarsılmaz (ve birey özgürlüğü tanımaz) birliğinin ancak mutlak otoriter bir liderlik, bir tek adamlık ile sağlanabileceğini savunuyorlar. Proto-faşizm diye adlandırabileceğimiz bir genel çerçeve içinde, faraza “Führer ilkesi”ni (Führer-prinzip) Hitler’den çok önce formüle ediyorlar.
1918-20 sonrasında, gerek Eski Muhafazakârlar (faraza Prusya Junkers sınıfı ve benzerleri), gerekse bu Yeni Otoritarizm yanlıları, demokratik gelişme için cumhuriyetler ve anayasalarla sağlanan olanakların karşısına dikiliyor. Hukukçuların sandığının aksine, demokrasinin siyaset alanında sahip ve savunucuları yoksa (veya zayıfsa), artı demokrasi yaygın kültürel değerler arasına girmemişse, tek başına hukuk (anayasalar) demokrasiyi korumaya yetmiyor. Ve 1920’lerden itibaren derece derece otoriter rejimlere dönüş başlıyor. Tabii bunun en aşırı ucu, her ikisi de 1919-20 yıllarında uç veren Faşizm ve Nazizm. İlki İtalya’da 1922’de, ikincisi Almanya’da 1933’te iktidara geliyor. Ama iki dünya savaşı arasındaki olaylar sadece Mussolini ve Hitler’in yükselişinden ibaret değil. Macaristan, Romanya, Polonya, Bulgaristan, Avusturya, Sırp ve Hırvat Krallığı (sonra Yugoslavya)… 1930’lara gelindiğinde, o yeni ve eski cumhuriyetlerin birçoğuna artık ya doğrudan Faşizm ve Nazizm, ya İtalyan-Alman kuklası rejimler, ya askeri diktatörlükler, ya da o dönemin bir özelliği olan monarşik diktatörlükler (royal dictatorships) hâkim. Yani kralın kendisi, darbe veya benzeri bir yolla, krallık yetkilerine ilâveten olağanüstü diktatörlük yetkileri de peydahlıyor; kral-diktatör oluyor. İspanya İç Savaşı’nda Franco’nun zaferi sonucu Falanjizmin, yani İspanyol faşizminin iktidara gelmesi de aynı dönemde. Tabii Stalin ve Sovyetler Birliği de başlı başına bir vakıa. Sonuçta, Mark Mazower’ın çarpıcı ifadesiyle demokrasi “terkedilmiş, ıssız bir mâbet” haline geliyor. Hemen ekleyeyim; nasıl Türkiye’de saltanattan cumhuriyete geçiş yaygın bir demokratikleşme sürecinin parçası idiyse, 1925-27 krizi, Takrir-i Sükûn ve İstiklâl Mahkemeleri ile birlikte Tek Parti rejiminin kurulması da bu sefer söz konusu anti-demokrasi dalgasının bir parçası oluyor.
1945 Sonrasında Demokrasi Ve Soğuk Savaş
Buna karşılık İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tekrar bir demokrasi yükselişi yaşadık. Yüzde yüz evrensel değildi ama gene de önemli bir demokrasi yükselişiydi bu. Bir yandan, Batı dışında büyük bir dekolonizasyon hareketi gerçekleşti. Bağımsızlıklarına kavuşan birçok eski sömürgenin, en azından ilk yıllarında (tıpkı Türkiye’de 1922-25 arası gibi) ciddi bir demokrasi umudu vardı. Diğer yandan, 1945’te Nazizm yenilmiş ve ilk ağızda bütün Avrupa’nın, hattâ Japonya’nın yenildiği Doğu ve Güneydoğu Asya’yı da hesaba katarsak, neredeyse bütün dünyanın önünde geniş demokrasi ufukları açılmıştı.
Gerçi tam öyle olmadı. Soğuk Savaş bastırdı. Kızıl Ordu’nun Nazizmden kurtardığı Doğu Avrupa, yeni bir işgalin pençesine düştü. Sovyet rejiminin klonlanması anlamına gelen “halk demokrasileri,” komünist parti diktatörlüklerinin bir varyantını oluşturdu. Sovyetlerin kendisinde Stalin dönemi ve terörü 1953’e kadar sürdü. Sonrasında, Kruşçev’in destalinizasyon ve reform girişimleri bilhassa 1956’da Macaristan’ın işgaliyle birlikte yarım kaldı. Soğuk Savaş kutuplaşması Batı demokrasilerini de içten içe zehirledi. ABD’de McCarthycilik rüzgârı esti. Hak ve özgürlükleri aşındırdı. Türkiye’ye de çok tipik bir yansıması oldu. 1946 ve 1950 seçimleri tabii demokrasi açısından önemli bir kazanımdı. Yirmi yıllık Tek Parti diktatörlüğünü sona erdirdi. Öte yandan Soğuk Savaşın izdüşümleri, Stalin’in hegemonik baskısı ve talepleri, komünizm korkusu, Kore ve NATO, bu demokratikleşmeyi daha baştan (Tan olayları kadar baştan) sola kapattı. Yaraladı. Güdük kıldı.
Gene aynı “komünizm tehlikesi” yüzünden, kuruluşu çok daha gerilere giden İspanya’da Franco ve Portekiz’de Salazar diktatörlükleri, ya da Güney Afrika’da yeni kurulan apartheid rejimi Amerikan himayesine alındı. Aynı gerekçeyle, daha 1950’lerde kâh İran’da Musaddık’a, kâh Nikaragua’da Arbenz’e karşı CIA destekli ilk darbeler meydana geldi. Ardından Brezilya, Kolombiya, Uruguay, Arjantin ve nihayet Şili’de (Pinochet) hep Amerikan nüfuzunu korumayı amaçlayan askerî müdahaleler yaşandı ve çok uzun süreli diktatörlükler kuruldu. Madalyonun diğer yüzünde, Irak, Mısır ve Suriye’de, sonra Libya ve Yemen’de, bu sefer anti-emperyalizm ve “Arap sosyalizmi” adına bir dizi Sovyet destekli diktatörlük kuruldu. (Mısır’da) Nasır, Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek’ler; (Suriye’de) Salah Cedid ve Hafız Esad’lar; (Irak’ta) Abdülkerim Kasım, Hasan el-Bekr, Abdüsselam Arif ve Saddam Hüseyin’ler birbirini izledi. Cezayir’in Fransa’dan bağımsızlık savaşı da sivil bir demokrasi kuramayıp Bumedyen ve Buteflika’ların askeri diktatörlüklerine dönüştü. Libya’da Kaddafi benzer bir örnek oluşturdu. Tunus’ta Habib Burgiba’nın sivil tekparticiliği görece ılımlı bir yol izlerken, onu deviren Bin Aziz’in yönetimi o kadar kalıcı olamadı.
P: Çizdiğiniz resim haliyle çok da ümit vermiyor. Ama asıl demokrasi tecrübesi dediğimiz biraz da tam bu zamanlarda Avrupa’da yaşanan dönüşüm değil mi?
Evet Avrupa’nın, daha doğrusu Batı Avrupa’nın yükselişidir ki 1950 sonrasına değişik bir çehre kazandırdı. Bizim yakın geçmişte tanıdığımız, alıştığımız, sevdiğimiz demokrasi aslında çok büyük ölçüde yakın dönemin Avrupa demokrasisidir. Fakat nereden nereye? İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Avrupa korkunç bir yıkım yaşamıştı. Kendi başına toparlanması imkânsızdı.
Beğenelim beğenmeyelim, ya da hangi siyasî saiklerle olursa olsun, Marshall Planı harap haldeki bu Avrupa’ya büyük bir sermaye enjeksiyonu sağladı. 1945-50 arasında Batı Avrupa adım adım belini doğrultmaya başladı. Sonrasında, Avrupa’da demokrasi âdetâ yeniden tanımlandı ve eskisinden daha zengin bir içeriğe kavuştu. Tabii Avrupa’nın ülke sayısı da çok arttı bu arada. 1914’te Birinci Dünya Savaşı patlarken Avrupa’da 20 kadar ülke var. Bugün Andorra, Monacı, Liechtenstein gibi çok küçükleri de sayarsak 50 küsur ediyor. 2-8 Temmuz 1962’de Konrad Adenauer’in Fransa’yı ziyaretinin ardından, 22 Ocak 1963’te Elysée Antlaşması imzalandı. İki ezelî düşman sayılan Fransa ile Almanya’nın barışması, bu çoğulculaşan Avrupa için yeni bir eksen oluşturdu. Kömür ve Çelik Paktı, sonra Ortak Pazar, sonra Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), nihayet Avrupa Birliği (AB), bir redefinition of democracy demokrasinin yeniden tanımlaması sürecinin çerçevesini oluşturdu ve demokrasinin yeni mâbedi haline geldi. 1970’lerde Salazar ve Franco diktatörlükleri yıkıldı. Yunanistan’daki Albaylar Cuntası sona erdi. Hıristiyan Demokrat hükümetler ya da merkez-sağ, pek çok durumda yerini Sosyal Demokratlara (merkez-sola) bıraktı. Soğuk Savaşın en sert onyılları, yerini Detente veya Yumuşama dönemine bırakırken, Latin Amerika’daki askeri rejimler de çözülmeye uğradı. Geldik, Sovyetler Birliği’nin 1989-90’da dağılmasına. Umutlar daha da arttı. Bütün eski Sovyet nüfuz alanında sağlıklı demokrasilerin ve sağlıklı piyasa ekonomilerinin yükseleceği sanıldı.
P: Sanıldı ama geldiğimiz nokta pek de buna işaret etmiyor. Siz dünyadaki farklı ülkeleri yakından takip ediyorsunuz, belli dönemlerde de bu ülkelerde yaşanan spesifik olayları özel olarak tahlil ediyor irdeliyorsunuz? Genel trendin dışında aslında tam da bu trendi anlamak için ülkelerin tek tek durumunu nasıl sınıflandırıyorsunuz?
Sağlıklı demokrasiler yükselecek sanıldı dediğiniz gibi on küsur yıldır belirgin bir şekilde tersini yaşıyoruz. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasi mâbedinin giderek terk edilmesine benzer bir süreçten geçiyoruz. Dünyanın nüfusu en büyük 15-20 ülkesine baktığınızda, “hani, demokrasi nerede?” diyeceğiniz geliyor. En kötüsünden başlayıp en iyisine giden bir tasnif önereceğim. Burada (A) kurumsal açıdan demokrasiyle zaten ilgisi olmayan ülkeler; (B) demokratik kurum ve uygulamaları esasen çok sağlam olmayan, ya da anti-demokratik değişimlere kapıldığı için mevcut demokratik kurumları da sarsılan ülkeler; (C) demokratik kurumları sağlam olmakla birlikte, siyasî hayatında ciddi bir anti-demokratik salınım yaşamakta olan ülkeler söz konusu. Geriye (D) gerek kurumları ve gerekse siyasal konjonktürü itibariyle demokrasi diyebileceğimiz, demokrasisi zor durumda ve savunmada olmayan hayli az sayıda ülke kalıyor.
İlk sırada Çin (1.42 milyar), bir komünist tek parti diktatörlüğü, yani net (A) kategorisinde. Üstelik de daha öncekilere kıyasla Şi Cinping’in kurduğu yeni başkanlık sistemi, komünist rejimin kendi geleneği içinde de çok ciddi bir tek adam iktidarına dönüşü ifade etmekte. Eskisine kıyasla çok daha milliyetçi, çok daha fazla “büyük devlet şovenisti” ve aynı zamanda çok daha tek adam ve kişiye tapma kültünden yana. Yani Stalin tipi ya da Mao tipi bir kişiye tapma kültü geri geliyor.
Hindistan (1.37 milyar), dünyanın ikinci en kalabalık ülkesi. Tabii seküler bir federal cumhuriyet ve yeryüzünün en büyük parlamenter demokrasisi. Fakat (D) veya (C) bile diyemiyoruz; son yıllarda yaşadıkları, daha çok (B) içinde düşünmemizi gerektiriyor. İşin bir boyutunda, bir zamanların laik-demokratik Kongre Partisi zaaf içinde. Türkiye’de CHP nasıl kronik muhalefete düşmüşse, bağımsız Hindistan Cumhuriyeti’nin kurucusu (ve hiç CHP kadar otoriter olmayan, bir Tek Parti diktatörlüğünden geçmeyen) Kongre Partisi de öyle. Buna karşılık Bharatiya Janata Partisi (BJP), yani Hindu milliyetçilerinin partisi ve demagojik-popülist lideri Modi, artık iktidara iyice kazık çakıyor. Gandhi, sonra Nehru ve onları izleyen Kongre liderleri, Hindu – Müslüman düşmanlığını nisbeten kontrol altında tutabilmişlerdi (Yugoslavya’da Tito’yu andırırcasına). Modi ve sair BJP liderleri ise Hinduların Müslüman düşmanlığını alabildiğine koruma, kışkırtma ve manipüle etme peşinde (Türkiye’nin büyüyen Sünniciliğini hatırlatan bir yanı var). Hep aynı sendromlar; muazzam milliyetçilik, enikonu ırkçılık, popülizm, “yabancı” veya “öteki” (bu somut örnekte Müslüman) düşmanlığı. Köylük bölgelerde eli sopalı çeteler, “Müslüman bulsak da [inek kesip yedikleri bahanesiyle] öldürsek” diye dolaşıyor. Kadınlara tecavüz ve kadın cinayetleri ise inanılmaz boyutlarda. Kırsal alanda şiddet habire tırmanma eğiliminde. Fakat bu tür çoğu olay örtbas ediliyor. Bunun da temelinde, Modi’nin ve BJP’nin basın üzerinde kurduğu yarı-hegemonya yatıyor. Bunu günümüzün diğer otoritarizmleriyle, hibrid rejimleriyle, “anti-liberal (illiberal) demokrasi”leriyle karşılaştırmaya, ayrıca döneceğim.
ABD (330 milyon), aşikâr ki ciddi bir anti-demokratik salınım yaşamakla birlikte, demokratik kurum ve süreçleri çok sağlam bir ülke; dolayısıyla (C) değil (D) grubuna koymamız gerekiyor. Bununla birlikte, maruz kaldığı demokrasi düşmanlığını küçümsemeyelim. Bir zamanlar İtalya’da Mussolini’yi, Almanya’da Hitler’i iktidara getiren kesimlerin bir benzerine şimdi Trump yaslanmakta. Bir avuç süper zengin dışında, kapitalist gelişmenin marjlarına sıkışmış, coğrafi açıdan Amerika’nın güneyi ve orta-batısında yoğunlaşan kitleler bunlar. Bağnaz, fanatik, kendi doğruları dışında hiçbir kural tanımayan, ırkçı ve saldırgan özellikler gösteriyorlar. Bunlar da Trump’ın keyfiliğine, hukuksuzluğuna, vahşi insan ilişkilerine, pis yalancılığına, diplomasiyi ticarileştirmesine, kuvvet ilişkilerinin çok değiştiği bir dünyada ABD’nin çıkarlarını kof bir kabalıkla savunma çabasına, hattâ bu uğurda Rusya ile bir tür condominium arayışına kuvvetle yansıyor. (Türkiye açısından, kayıtsız şartsız “reisçi” kesimin daha ABD seçimleri öncesinden başlayan Trump taraftarlığının uzantısında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Batı âlemi içinde sanki sırf Donald Trump’ı tercih eder gözükmesi çok büyük problem oluşturuyor.)
Endonezya (270 milyon), dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi. Oturmuş, istikrarlı bir demokrasisi yok, dolayısıyla ancak (B) grubuna girebilir. Hollanda’dan bağımsızlık mücadelesinin lideri Sukarno, 1945-1967 arasında ülkenin tek adamıydı. O da on küsur yıl süreyle parlamenter demokrasiyi denedi, ancak başaramayınca vazgeçti ve 1959’dan itibaren Güdümlü Demokrasi adını verdiği yönetim tarzına başvurdu. 1960’ların ilk yarısında, orduya ve İslâmcılara karşı giderek daha fazla Komünist Partisi’ne yaslanması felâketle sonuçlandı. EKP 1965’te darbe yapmaya kalktığı gerekçesiyle ezildi; korkunç bir kan banyosunda, yarım ilâ bir milyon üyesi ve sempatizanı katledildi. Akabinde, General Suharto 1967’de dizginleri ele aldı ve 1998’e kadar da bırakmadı. Dolayısıyla yirmi küsur yıldır belirli bir demokrasi penceresi açıldı denebilir; sivil toplum yeni yeni canlanıyor ve diktatörlük korkusunu üzerinden atmaya çalışıyor. Parlamentoya siviller hâkim, ancak düzgün ve tutarlı bir manzara arz etmiyorlar. İnsan hakları ülke hukukuna girmiş, ama sadece kâğıt üzerinde girmiş durumda. 1965 ve sonrasında kayıplara karışanların peşine düşülemiyor; birçoğu pekâlâ bilinen katil ve işkencecilerden hesap sorulamıyor. Hattâ yeni nesil siyaset, yer yer hak savunucuları ve arayışlarının karşısına dikilmeye başlıyor. Hukuk ihlâlleri ve şiddet giderek tırmanıyor. Çok geniş arazilere rüşvet vb yollarla el konuyor. Bölge halkı veya yerli nüfus grupları direnirse ya öldürülüyor, ya hapse tıkılıyor. Azınlıklar korunmuyor. Özellikle Açe, Papua ve Doğu Timor’da adalet değil adaletsizlik norm haline gelmiş bulunuyor.
Brezilya (213 milyon). Bir diğer (B) ülkesi. Uzun süre Portekiz sömürgesiydi. 1822’de bağımsızlığına kavuştu. 1889’da başkanlık sistemiyle yönetilen bir cumhuriyete dönüştü. Hep görece otoriterdi. 1961-64 arasında üç yıl biraz demokrasi yüzü gördü. Daha önce belirttiğim gibi, ordu hemen devreye girdi. 1964-1985 arasında kahredici bir askerî diktatörlükten geçti. 1988 anayasasıyla, federal bir demokratik cumhuriyet olarak tanımlandı. 2002 ve 2006 seçimlerini Lula, 2010 seçimlerini Dilma Roussef kazandı. Sağcı bir reaksiyon doğdu. Ardı arkası gelmeyen yolsuzluk iddiaları, herkese karşı kullanılabilen bir silâha dönüştü. Bu ortam Bolsonaro’yu iktidara getirdi. Hayli faşizan bir eski subay. Trump’ın çok daha azgın ve hayâsızı. Gerek kendisi, gerekse bakanları açıkça 1964-85 diktatörlüğünün övgüsünü yapıyor. Darbenin yıldönümü kutlanıyor. İşkencede kaybolan babasını arayan Barolar Başkanı’na, alaycı havalarda gel ben sana anlatayım diyor. Rakip partilerden kadın milletvekillerine, “Sen tecavüz edebileceğim kadar güzel değilsin” diye sesleniyor. Aynen Trump’ın ve Modi’nin yardakçısı kesilen medya grupları gibi, Bolsonaro’nun basını da alternatif bir “gerçek” üretmek için elinden geleni ardına koymuyor.
Pakistan (205 milyon). Bir diğer (B) ülkesi. 1947’de kavuştuğu bağımsızlığından beri askerî darbe ve diktatörlükler eksik olmamış (1958-71 Muhammed Eyüb Han ve Yahya Han; 1977-88 Ziya ül-Hak; 1997-2007 Pervez Müşerref). Ancak bunların arasında, parlamenter rejim biraz solu alabilmiş (1947-58, 1971-77, 1988-97, 2008’den bugüne). Yani 34 yıl ordu, 40 yıl siviller. Fakat bir yandan da her seçimde yoğun şiddet ve terör, yüzlerce ölü, idam edilen (Zülfikâr Ali Bhutto) veya üçüncü suikastte öldürülen başbakanlar (Benazir Bhutto). Ve hepsinin ardında, Pakistan’ın resmen laik değil İslâmî bir cumhuriyet olarak kurulması; dolayısıyla laik hukuk ile İslâmî hukukun yan yana ve iç içe barınması; önce gayrimüslimlere ve sonra Sünni olmayan Müslümanlara yönelik çeşitli baskı ve ayrımcılık uygulamaları; kâfir, zın