Artık anlaşıldı: Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), kendisine oy verenlerin tamamına yakınının, başlatılan yolsuzluk soruşturmalarının bir “kılıf” olduğuna, o soruşturmalar üzerinden hükümete karşı bir “darbe” gerçekleştirilmek istendiğine inandığını düşünüyor.Bu düşünce, en somut ifadelerinden birini Başbakan Erdoğan’ın Pakistan gezisi dönüşünde uçakta gazetecilere söylediği sözlerde bulmuştu:“(…) Gelişmelerden dolayı endişeli olduğunu söyleyenler oldu Başbakan’a. ‘Endişe etmeyin, kazanacağız’ dedi. Bunu söylerken en ufak bir tereddüdü yoktu. Konsantrasyonu tamdı. (…) Başbakan’ın millete olan inancı tam. ‘Millet meseleyi anladı’ derken, aynı zamanda millet meseleyi anladıktan sonra endişe etmeyin diyordu.” (Abdülkadir Selvi, Yeni Şafak, 24 Aralık 2013).Zamanla bu düşünce daha da güçlendi… Erdoğan’ın Dolmabahçe’deki ofisindeki toplantıya (4 Ocak 2014) katılan gazeteciler arasında yer alan Ali Bayramoğlu’nun izlenimlerinden öğrendik ki, Başbakan, yolsuzluk iddialarının kendi seçmenlerinde bir “hasar”a ve “tepki”ye yol açmadığına inanmaktadır… Erdoğan, bu inancını “bugün seçim olsa” anketlerine ve meydanlardaki atmosfere dayandırıyordu.Görebildiğim kadarıyla AK Parti bu tespite giderek daha fazla inanan bir parti haline geliyor ve inancı güçlendikçe de yolsuzluk iddialarını “didikleme” hevesi azalıyor.Ben bunun çok büyük bir yanılgı olduğunu düşünüyorum… Çünkü alınan o anket sonuçları, meydanlardaki siyaseti savunma coşkusu, “koşullu” bir desteği imâ ediyor. AK Parti’ye oy veren seçmenler, yolsuzluk iddialarına karşı başlangıçta verilen “babamız olsa üstüne gideriz” sözünü “satın almışlardır” ve beklemektedirler… Benim gözlemim o ki, AK Parti, yolsuzluklar konusunda seçmenlerine başlangıçta verdiği sözü tutmazsa, o seçmenlerin “siyaseti savunma” kararlılıkları ister istemez törpülenecektir.Türkiye gazetesinde kaleme aldığım yazılarda bunu defalarca vurguladım. Onlardan birini sizin de dikkatinize sunayım:“(…) Yukarıda ifade ettiğim teveccüh, mesela 27 Nisan 2007 e-Muhtırası sonrasındaki ya da AK Parti’ye karşı açılan kapatma davası (2008) sırasındaki ‘koşulsuz’ teveccühle karıştırılmamalı. (…) Nedeni açık: Çünkü bu defa ortada ciddi bir şüphe var.“Şüphenin istismarında istismarın izalesinin tek bir yolu vardır: Şüpheyle yüzleşmek! Bunu hakkıyla yerine getirmeyip sadece ‘istismar’ üzerinde yoğunlaşırsanız, ‘yolsuzluk bahane’ teziniz doğru olsa bile (ki doğru), savunmanız zaman içinde etkisizleşir.“AK Parti, yolsuzluk iddialarını giderek silikleştiren söylemiyle çok büyük bir hata yapıyor… Bu onu eski rejimin kimi unsurlarıyla ittifaka sürükleyerek çok tehlikeli bir kapının aralanmasına yol açıyor.” (Eski Rejim’le ititfak mı?, Türkiye, 7 Ocak).AK Parti “düşman” olarak kodlanmasaydı?Haklısınız, başlıkla buraya kadar olan bölüm “yazar, alâkaya çay demliyor” dedirtecek kadar bağlantısız gibi görünüyor, fakat öyle değil.Bu yazıda neyi anlatmak istediğimi size söylediğimde, alâkayı hemen kuracaksınız…Benim iddiam şu: Şayet AK Parti ve dolaylı olarak da ona oy veren muhafazakâr kitleler Türkiye’nin “çağdaş” iddialı kesimlerince bu ölçüde düşmanlaştırılmasaydı, onların yolsuzluk soruşturmaları karşısındaki tavırları şu anda gözlediğimizden çok daha sert olurdu. Fakat onlar, seçimle işbaşına getirdikleri partilerinin gayri meşru yollarla devrilmesi durumunda nasıl bir atmosferle karşı karşıya kalacaklarını bildikleri için, yolsuzluk iddialarından ziyade “paralel devlet”in marifetlerine odaklanıyorlar.Tekrar etme pahasına, AK Parti’nin, seçmenlerinin bu “mecburi odaklanma”sına güvenip yolsuzluk iddialarının silikleşmesinden memnun olma halini gözden geçirmesi gerektiğini bir kez daha vurgulayarak, asıl konumuza geliyorum…Temel tezim şu: Diyorum ki, Türkiye’nin muhafazakârları, toplumun “seküler-çağdaş” kesimlerindeki mevcut AK Parti öfkesinin “yolsuzluklar”la ya da Başbakan Erdoğan’ın otoriter eğilimleriyle değil, partilerinin ve kendilerinin kimlikleriyle ilgili olduğunu düşünüyorlar… İşte bu nedenle de “yolsuzluk” iddiaları canlarını yaksa da, o iddialara, kendilerinin düşmanlaştırılmadığı bir Türkiye’de gösterecekleri tepkilerden çok daha azını gösteriyorlar.Diyebilirsiniz ki, “nereden çıkartıyorsun bu düşmanlaştırma hikâyesi”ni? Haklısınız. Bu durumda benim, şu ana kadar bir varsayım olarak görünen “AK Parti’nin düşman olarak kodlanması”yla ilgili bir şeyler söylemem gerekiyor…Soru şu: AK Parti, gerçekten de bu ülkede bir siyasi rakipten çok bir düşman olarak mı görüldü ve görülüyor?Bence kesinlikle öyle, başından beri öyle ve ben bunu 3 Kasım 2002 gecesinden beri yazıyorum.Yazının bundan sonrası buna dair olacak…“Programı bile belli olmayan partiye karşı darbe mi yapılırmış?..”3 Kasım 2002 seçimleriyle tek başına iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AK Parti) karşı ilk darbe girişiminin henüz hükümetin programı bile belli olmadan başlatıldığı ortaya çıktığında, bu “tuhaflık” iddiaların gerçek olmayabileceğinin güçlü bir kanıtı olarak sunulmuştu: “Programı bile belli olmayan partiye karşı darbe mi yapılırmış?”Bu kişilerin anlamadıkları, anlamak istemedikleri ya da anlamaz göründükleri hakikat şuydu: AK Parti, yapıp ettiklerinden ya da yapıp edeceklerinden (program) dolayı değil, kimliğinden dolayı devrilmeyi hak ediyordu ve programını beklemeye hiç gerek yoktu!O esnada Cumhuriyet gazetesinde…Dolayısıyla, 2003 Mart’ındaki Balyoz girişimi gibi 2003 Aralık’ındaki Sarıkız-Ayışığı girişimleri de aynı mottodan hareket ediyorlardı: “Mesele program değil ‘kimlik’ arkadaşım, hâlâ anlamadın mı!”Bizim ancak yıllar sonra haberdar olacağımız bu darbe girişimleri arasında, 2003 yazında Cumhuriyet gazetesinde yine bu temelde çok ilginç bir “iki çizgi mücadelesi” oldu.Bu çizgilerden biri, iktidara karşı tavrın yapıp ettiklerine bakarak belirlenmesi gerektiğini savunurken, öbür çizgi sadece kimliğe bakıp “iktidarda düşman var” tespiti yapıyor, oradan da Cumhuriyet’in bir “mücadele bülteni” olması gerektiği sonucunu çıkartıyorlardı…Dışarıya yansıyan kısmıyla bir İlhan Selçuk – Oktay Akbal tartışması olarak görünen bu mücadeleyi ben o günlerde günü gününe izlemiş, yazılarıma yansıtmıştım. (Şaşırmayın: O günlerde “eleştirel gazetecilik” öneren kişi İlhan Selçuk, “düşmana karşı cephe gazeteciliği” öneren kişi ise Oktay Akbal’dı).2003 yazının sonunda gazetedeki iki çizgi mücadelesini kazanan taraf kesin olarak belli olmuştu. Oktay Akbal’ın ünlü “Kartaca yıkılmalıdır” başlıklı makalesi (Cumhuriyet, 10 Ağustos 2003), kazanan tarafın neyi savunduğunu açık bir biçimde gösteriyordu:“Roma tarihinde bir senatörden sık sık söz edilir. Bu senatör, toplantılarda hangi konu açılırsa, hangi sorun söze gelirse bir tek cümle söylermiş: ‘Kartaca yıkılmalıdır.’ Roma’nın büyük düşmanı Kartaca’ydı. Bu düşman yıkılmadan, ezilmeden, Roma, huzuruna, barışa, güvenliğe kavuşamayacaktı.“Biz de ‘AKP iktidarı yıkılmadan Türkiye’nin hiçbir sorunu çözülemez’ diyenlerdeniz.” Bu çizgi, çok kısa bir süre içinde İlhan Selçuk’un da (ki Akbal’ın yazısında eleştirdiği “arkadaşlar”ın başında o geliyordu) çizgisi haline geldi ve Cumhuriyet’teki tartışma bitti… Biliyorsunuz, 2008’de de iş gazetenin sürmanşetinden “Tehlikenin farkında mısınız” başlıklı “haber”lere kadar geldi, dayandı.Cumhuriyet’teki tartışmanın da bize gösterdiği gibi, AK Parti’nin ne yapacağının ya da ne yapmayacağının hiçbir önemi yoktu. O, kimliğinden dolayı “düşman”dı ve düşmana karşı nasıl mücadele edilmesi gerekiyorsa öyle mücadele edilmeliydi.Biz şimdi o günleri unuttuğumuz için zannediyoruz ki, Türkiye’nin “seküler-çağdaş” kalabalıklarının AK Parti nefretlerinin kaynağı Erdoğan’ın 2011’den sonraki nobran-otoriter dilidir ve şimdiki yolsuzluk iddialarıdır.Kesinlikle değil! Bilenler bilir, ben 3 Kasım 2002’den beri iktidarda bir “düşman” bulunduğuna inanan milyonlarca insanın varlığına işaret ediyor ve bunların, “düşmanı imhaya yönelik mücadele”sini hesaba katmaksızın Türkiye’deki politik mücadelenin özünün kavranamayacağını savunuyorum.Bu kesimler, 10 yıldır “iktidardaki düşmanı kim imha ederse etsin, kimliğini ve yöntemini sorgulamam” duygusuyla hareket ediyorlar… On yıl boyunca, bu duygularının bir sonucu olarak AK Parti’yle içte, dışta kim “papaz” olduysa ona karşı sempati geliştirdiler. Sempatilerinin şimdiki özneleri ise açık: Cemaat!Yolsuzluklar, bu kesimlerin AK Parti nefretine herhangi bir ilave katkıda bulunmuş değil, çünkü o nefret herhangi bir katkıyı kabul etmeyecek kadar yoğundu zaten.Bir varsayımda bulunalım ve diyelim ki yolsuzluk iddiaları tümüyle, ama tümüyle boş çıktı (böyle bir ihtimalin olmadığı benim için kesin): İnanın, böyle bir durumda toplam AK Parti nefretinde hiçbir azalma olmayacaktır.Yolsuzlukla mücadele, bir anlamda dürüstlüğe bir çağrı demek… Bu durumda herkesten önce çağrıcıların dürüst olması gerekmez mi?O zaman diyorum, gelin dürüst olun; kabul edin ki derdiniz yolsuzluk değil, “kimlik…”
Dürüst olun; derdiniz yolsuzluk değil, ‘kimlik…’
- Advertisment -
Sonraki İçerik