24 Kasım 2015 günü, Suriye Türkmen Ordusu kontrolündeki Bayırbucak bölgesi üzerinde uçan Rus Hava Kuvvetlerine ait bir SU-24 uçağı, sabah saat 09:30 civarında TSK’nın iki F-16’sından açılan ateş sonucu düşürüldü.
Türkiye tarafından olayla ilgili açıklama, Anadolu Ajansından 10:45'te tek cümlelik bir haber şeklinde geldi. Kaynak olarak Cumhurbaşkanlığı gösteriliyor ve şu ifadelere yer veriliyordu:
“Cumhurbaşkanlığı kaynakları, Türkiye'nin hava sahasını ihlal ettiği ve uyarılara da aldırmadığı için angajman kuralları çerçevesinde düşürülen uçağın Su 24 tipi Rus uçağı olduğunu kaydetti.”
Oldukça acele yapılmışa benzeyen açıklama, bir süre sonra aynı kaynaklarca “Rus uçağı olduğu tahmin ediliyor” şeklinde düzeltildi (http://www.hurriyet.com.tr/cumhurbaskanligi-kaynaklarindan-dusurulen-ucakla-ilgili-ikinci-aciklama-40017980).
Cumhurbaşkanlığı kaynaklarının ilk açıklamasıyla yaklaşık aynı sıralarda, TSK’dan ise şu açıklama yapılıyordu:
“24 Kasım 2015 tarihinde saat 09:20 civarında Hatay Yayladağı bölgesinde Türk Hava Sahasını ihlal eden milliyeti bilinmeyen bir uçak defalarca (beş dakika içerisinde on kez) ikaz edilmesine rağmen Türk Hava Sahasını ihlal etmiştir. Söz konusu uçağa angajman kuralları çerçevesinde 24 Kasım 2015 saat 09:24'te bölgede hava devriye görevinde bulunan iki adet F-16 uçağımız tarafından müdahalede bulunulmuştur"
(http://www.haberturk.com/dunya/haber/1157674-suriye-sinirinda-ucak-dustu).
Gerçekleşen olayın birinci elden tarafı ve şahidi olan TSK’nın açıklamasında “milliyeti bilinmeyen” diye geçen (bu şekilde geçirilmesi tercih edilen?!) uçak, ilk cumhurbaşkanlığı açıklamasında neden kestirmeden “Rus uçağı” olmuştu?
Belki bir iletişim hatası, belki aceleden kaynaklı bir sürçme — ama spekülasyona oldukça açık olduğu belli bu olay, AK Parti için bir savrulmanın başlangıcı oldu.
Türkiye önceleri bu oldukça keskin hareketin arkasında durdu ve haklılığını ispata girişti.
Bölgeyi gözlemleyen NATO kaynakları da, Rus tarafının başlangıçta reddettiği ihlalin kesin olduğunu açıkladı ve Türkiye dünya kamuoyuna radar izleri ile ses kayıtlarından oluşan bir dosya sundu.
Olaydan kısa bir süre sonra Rus tarafının “karakutu kayıtlarıyla ihlal olmadığını ispatlayacağız” savı da, uçağın karakutusunun bilgi alınamayacak kadar zarar gördüğü açıklamasıyla tevil edildi ve kriz daha sert bir çatışmaya evrilmemekle birlikte, başta ticaret olmak üzere neredeyse tüm ikili ilişkilerin bozulduğu bir aşamaya doğru büyüdü.
Durumun öncelikle Türk ekonomisine vereceği zarar farkedildikçe söylemler yumuşadı ve neredeyse “Rus uçağı olduğunu bilsek düşürmezdik, Suriye uçağı sandık”a dönüşmeye, bir çözüm yolu aranmaya başladı.
Bu süreçte Rusya ise giderek Türkiye’ye karşı yaptırımlarını artıyor; ülkesindeki Türk öğrencileri taciz etmekten narenciye ithalatını kısmaya, uçuşları iptalden işadamlarına zorluk çıkarmaya kadar akla gelebilecek her yöntemi kullanarak bir cezalandırma kampanyası yürütüyordu.
Aynı dönemde Türkiye AB ile ilişkilerinde yol alıyor ve Başbakan Davutoğlu öncülüğünde yapılan çalışmalarla, Türk Dışişlerinin tasarladığı, Avrupalılarca “dahiyane” diye nitelenen bir geri kabul anlaşması, AB ülkelerine Türk vatandaşları için vize serbestisi anlaşmasıyla birlikte sonuca ulaştırılıyordu.
Bütün bunlar olur ve Rusya ile uzlaşma yolları aranırken bir kırılma yaşandı.
1 Mayıs 2016 sabahı sosyal medya üzerinden Pelikan Dosyası denilen imzasız bir iddialar ve ithamlar kompozisyonu dolaşıma sokuldu. Birkaç gün sonra Başbakan Davutoğlu istifasını verdi ve AkParti kongreye gitme kararı aldı.
O dönemi bu köşede birkaç yazıyla ele almıştım (öncelikle bkz https://www.serbestiyet.com/yazarlar/firat-erez/pelikan-operasyonu-686930 ve https://www.serbestiyet.com/yazarlar/firat-erez/pelikan-mekanigi-688365).
O yazılardan ikincisinde, Pelikan mekaniği’nde şöyle diyordum: “Son günlerde Davutoğlu’nun istifası sonrası Erdoğan ile olan ilişkisi, ‘Pelikan mekaniği’nin cumhurbaşkanı tarafından da farkedildiği ve zaman içinde gerekenin yapılacağını, bir 1 Mayıs sabahı ortaya saçılanın er veya geç temizleneceğini düşündürüyor.”
Ama öyle olmadı. Yazının yayınlanmasından 3 gün sonra, 22 Mayıs’ta yapılan AkParti Kongresinde ilginç bir olay gerçekleşti.
Bekir Bozdağ, kongredeki konuşmasının “Liderimiz, büyüğümüz, ustaların ustasından gelen bir mesajı arzetmek istiyorum” dediği yerinde birden ayağa kalktı ve sözlerine Erdoğan’ın mektubundan alıntıladığı “Sayın Divan…” bölümü ile devam ederek tüm mektubu ayakta okudu.
Şaşkınlık içindeki diğer katılımcılar da Bekir Bozdağ’a uyarak yavaş yavaş ayağa kalktı ve sonrasında oldukça eleştirilen o garip resim oluştu.
Karar gazetesinden Elif Çakır bu tuhaf durumu eleştirdi ve 25 Mayıs 2016 tarihli yazısını şu sözlerle bitirdi:
“Eğer bir dil sürçmesi ise Sayın Bekir Bozdağ, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘bu açıklama da neyin nesi’ türünde bir gazabına uğramadan partinin sahibi ‘milletten’ bir özür dilemeli. Yok eğer gayet bilinçli bir şekilde sarfettiyse o sözleri, yaptığı bu açıklamanın altını biraz daha doldurması gerekmektedir.”
Elif Çakır, “…Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘bu açıklama da neyin nesi’ türünde bir gazabına uğramadan…” derken haklı olmalıydı, çünkü uyarısını, Erdoğan’ın yazısında alıntılayıp listelediği aşağıdaki gibi ifadelerine dayandırıyordu:
* “Recep Tayyip Erdoğan olmadığında AK Parti’nin olmayacağını düşünen kim varsa, o, bu davayı anlayamamıştır.”
* “Altını çizerek ifade ediyorum. AK Parti tek adam partisi değildir. Şahıs ne yaa.. AK Parti şahıslarla değil, ilkelerle, hareket ahlakıyla var olan bir partidir.”
“AK Parti, bir ekip hareketi, bir gönül hareketi, bir ortak akıl hareketi olarak ortaya çıkmıştır. AK Parti bir ekip partisidir” (AK Parti 19. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı, 3 Kasım 2012).
“AK Parti, Türkiye’yi normalleştiren partidir. AK Parti her türlü otoriterleşmeye karşıdır” (AK Parti 4. Olağan Kongresi, Kasım 2012).
“AK Parti, milletin partisidir, AK Parti milletin ta kendisidir” (AK Parti 21. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı, 2 Kasım 2013).
* “Daha başından itibaren ‘ben’ yoktu, ‘biz’ vardık. Bugün 40 yılı aşkın siyasi hayatımda geldiğim noktada yine ‘ben’ yok, ‘biz’ varız” (ATO Kongre Merkezi, 1 Temmuz 2014).
Hepsi için bkz http://www.karar.com/yazarlar/elif-cakir/hu-bekir-bey-ak-parti-sahis-degil-dava-partisidir-1164.
Ama ne Elif Çakır’ın ve ne de benim beklentilerim gerçekleşmedi.
Pelikan Dosyası ile tevessül edilen yoldan dönülmedi; aksine, aynı yola kararlılıkla devam edildi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan aynı yılın 10 Mayıs’ında girdiği AB’ye karşı sertleşme söylemini giderek ilerletti ve 22 Mayıs 2016 kongresiyle oluşan yeni AK Parti hükümeti de onu izlemeye koyuldu.
10 Mayıs 2016’daki o TOBB’daki konuşmasında Erdoğan, altında onay imzasının olduğu 16 Kasım 2013 tarihli AB anlaşmasının bazı maddelerini reddetmiş ve üç maddenin anlaşmaya sonradan eklendiğini söylemişti (https://www.serbestiyet.com/yazarlar/firat-erez/ab-kriterlerinden-uzakta-terorle-mucadele-2-700183; Türkiye’nin AB üyeliğiyle ilgili tavır değişikliği ve diğer bazı detaylar için şu bbir önceki yazıya da bkz: https://www.serbestiyet.com/yazarlar/firat-erez/ab-kriterlerinden-uzakta-terorle-mucadele-1-699518).
Pelikan Dosyası ve 22 Mayıs 2016 kongresi ile gerek medya ve gerekse AK Partililer üzerinde bir psikolojik baskı orttamı oluştu. Bu yüksek basınç o günden sonra da tırmanmaya devam etti; 15 Temmuz darbesinden sonra doruğa çıktı ve gerçeklikten tümüyle kopuk, uydurma bir dünya algısı pazarlanmaya başladı.
Müphem bir “Üst Akıl” vardı ve Türkiye’ye düşmandı.
Darbe atlatmış bir ülkenin doğal olarak girdiği, aslında oldukça ucuz atlattık denebilecek piyasa güvenilirliği düşüşünden de “onlar” ve ekonomik atakları sorumluydu.
ABD’ye karşı Müslümanlar arasında (çoğu haklı sebeplerle) son 20-30 yılda biriken tepki harekete geçirildi ve 15 Temmuz darbesinden Reina saldırısına kadar birçok olayda “CIA izleri” uydurulup sağa sola saçıldı.
Sözü edilen bu “Üst Akıl” kimi zaman iyice soyut, belirsiz bir noktaya itelendi; kimi zaman ABD’de ve/ya AB’de somutlandı.
Türkiye’ye karşı hareketlenen terör örgütlerinin birbiriyle bağlantıları üzerine “akıllara ziyan” denebilecek yorumlar yapıldı.
Elde hiçbir delil ve gerekçe yokken, Karlov suikastinin FETÖ ile ilişkisine dair oldukça zorlama akıl yürütmeler ve uydurulduktan kısa bir süre sonra çürüyen “kanıt”lar buna örnekti (eleştirisi için bkz https://www.serbestiyet.com/yazarlar/firat-erez/yalniz-kurt-saldirisi-ve-acik-bayraklar-747168).
IŞİD tarafından gerçekleştirildiği açık olan Reina saldırısını bile, gene uydurma kanıtlar eşliğinde CIA ile ilişkilendirilmek istendi (bkz https://www.serbestiyet.com/yazarlar/firat-erez/reina-saldirisi-i-flashbang-yalani-752572 ve https://www.serbestiyet.com/yazarlar/firat-erez/reina-saldirisi-ii-medya-ve-guvenlik-acigi-756012).
İzmir Adliye saldırısındaki açık güvenlik boşluğunun üzerinin, polis memuru Fethi Sekin’in şehadetiyle örtülmesi de buna örnekti (https://www.serbestiyet.com/yazarlar/firat-erez/izmir-adliye-saldirisi-752443).
Ama en kötüsü, medyanın ve siyasilerin, yukarıda anlatılan Rus SU-24’ünün düşürülmesi olayını iki FETÖ üyesi pilotun üzerine yıkma çabalarının çökmesiydi.
Ahmet Davutoğlu, Darbe Araştırma Komisyonu’na verdiği ifadede, konunun o günlerde araştırıldığını ve olaydaki pilotların FETÖ ile ilgilerinin bulunmadığının belirlendiğini söyleyiverdi.
Türk-Rus ilişkilerinin FETÖ eliyle sabote edildiği üzerine kurulu büyük bir paradigma tümüyle yıkılıverdi.
Evet, bu yıkılan büyük bir paradigmaydı, çünkü yukarıda örneklenen tüm uydurma argümanların ve benzerlerinin oluşturduğu yapının kilit taşıydı.
Ama farketmedi. Farketmedi ve uydurmalar aralıksız devam etti. Bir önce öne sürülen ve çürüyen tüm iddialar hemen unutuldu, hiç söylenmemiş sayıldı ve yerine yenileri ortaya atılarak “algı” sürdürülmek istendi.
FETÖ hem her yerde hem hiçbir yerdeydi.
Türkiye’nin diğer düşmanları da öyle. Bazen kredilendirme kuruluşlarında, bazen yabancı basında, bazen Almanya’da, İngiltere’de, ABD’de, yani yine hem her yerde hem hiçbir yerdeydiler…
PKK-PYD, IŞİD ile kanlı bıçaklı da olsa sırf Türkiye’ye düşmanlık noktasında işbirliğine gidebiliyor ve bazen FETÖ de onlara destek veriyordu.
Uzatmak mümkün ama gereksiz.
AK Parti, Rusya’nın Suriyeye inmesi ve değişen dengeler sonucu politikasından dönmek zorunda kalmasından itibaren, özellikle de bu durumun SU-24’ün düşürülmesiyle zirve yapmasından beri, bir o yana bir bu yana savruluyor.
Hatalar zincirleme birbirine ekleniyor ve gerçeğin, şeffaflığın yerini komplike ama zayıf bir kurgu alıyor.
Bundan önceki iki yazımda anlatmaya çalıştığım duvar, AK Parti ile gerçek, AK Parti ile liyakat, AK Parti ile başarı, AK Parti ile adalet, AK Parti ile toplum arasında yükseliyor.