“Şu mektepler olmasa, maarifi ne güzel idare ederdim” diyen Emrullah Efendi’nin sözünü, şimdilerde “öğrenciler olmasa, milli eğitim sorunu hiç kalmazdı” şeklinde güncelleyebiliriz. Esasında buradaki ironi çok şey söylemektedir.
İlkin, öğrencileri geleceğe hazırlayamadığımızın ve insan faktörüne dokunamadığımızın en açık itirafı olmalı. Teknik bakımdan konforlu binalar yapabiliriz, teknolojiyle donatabiliriz; ancak gel gör ki, karmaşık ve çok boyutlu bir varlık olan insanı, donanımlı olarak ve hasar vermeden yarınlara hazırlayamadığımız bir gerçektir. İnsanı geliştirmek bir yana, sistemin verdiği tahribatlardan bahsediyorsak, ciddi sorunlar yumağıyla karşı karşıyayız demektir.
Ezberci eğitim
Bir kere, ilkokuldan itibaren müfredatlar, ezberciliğe zorlamakta, düşünmeyi rafa kaldırmakta ve öğrenme olgusuyla baş edememektedir. Dahası verilen bilgiler arasında organik bir bağ kuramayan öğrenci, bilgi taşıyan ancak onu hem kullanamayan hem de resmin tamamını hiçbir zaman göremeyen, parça-bölük malumatlar manzumesinin hamalı olarak bir tür malumat taşeronluğuna hazırlanmaktadır.
Öğrenmeyi bilmeyen orta öğretim öğrencilerinin ödevlerini, veliler yapmaktadır. Onlar da arama motorları sayesinde, internetten derme-çatma aktarılan bilgi atıklarıyla, çocuklarının günü kotarmasına sözde yardm etmektedirler. Dahası ilköğretimeyeni başlayan minikleri, kısa bir süre sonra, (düşünmeden) yazacakları sayfalarca külfet beklemektedir. Oyun oynamaya kota koyan bu müfredatlar, bugünden çalarak yarının çok iy olacağını vaadetmektdir (!)
Elbette oyun oynayarak hem çocukluğunu yaşar hem de zevk alarak öğrenebilir. Ne var ki, ailenin empozete ettiği rol-modellere zorlanan minikler, doktor ve mühendis olma yarışına dâhil oluverirler. Böylece kendi iç çocukları ile “büyük adam” olma ideali, arasında gidip-gelmeye mecbur kılırlar.
Bütün çocukların gelişim seyrinin aynı olduğu varsayım ise bir başka yanılgı konusudur. Öyle ya iköğretim bitmeden çarpım tablosunu ezberlemek, en kolay iştir. Çünkü düşünmeden ezber, zaten sistemin omurgasıdır. Oysa muhakeme ve soyut düşünme yetisinin etkin olmasıyla, gerçek anlamda matematiksel başarıdan sözedilebilir.
Çocukluğu atlayarak “büyük adam” ideali
Öğrencilerin anlama algıları, soyut düşünme melekeleri gelişmeden bilgi yüklemeye koyuluyoruz ve çocuk yaştaki bünyeler neredeyse eziklik deneyimiyle okulda tanışmaktadırlar. Oysa güven ve onay mekanizmasının iyi verildiği bireyler daha çok başarılı dahası mutlu ve verimli olurlar.
Örneğin okula dair korkuları olan, tam olarak da anlamaya odaklanamaya miniklere Pinokyo hikâyesini tutuşturuyoruz. Sanki önceden bir eğitmenmiş gibi, anladığını, ana fikri ve mesajı serilmemesini istiyoruz.–Bir iki kişi– dışında çoğu öğrenci, öğretmeni kandırabilirse kendini bahtiyar saymaktadır. Oysa bunun yerine; çocuk üzerinde daha etkin olacak ve anlama kanallarını açacak, kendi kişisel gelişimi için bilinçaltına mesajların oyun yoluyla verildiğioluşumlar neden bulunmasın?
Elbette, bahsettiğimiz modeli uygulayan örnek ülkeler var: İtalya’da bir ilköğretimde gözlemlenen öğrenme durumu, sanki bize çok şey söylemektedir. Hem oyun hem öğrenme için ilginç bir misal olmalı:
Beton zemine çizilmiş, renkarenk kocaman burunlu Pinokyo’nun bütün uzuvlarını öğrenciler parsellerler. Kimi kulağına, kimi ayaklarının üzerine, kimi ağzına denk gelecek şekilde yere resmedilen Pinokyo’nun üzerine otururlar. Yalan söyleyenin kocaman burun olacağını, tembihler eğitmen. Sonra, Pinokyo’nun burnunun yalan söylediği için uzun ve biçimsiz olduğunu öğreniverirler.
Daha sonra sahne alan çocuklar bu hikâyeyi drametize eder: Pinokyo bir kuklayken, nasıl çocuk olduğunu animasyonlarla gösterime sunarlar. Ancak “egoist kişiliğinden vazgeçerse”, akıllı uslu bir çocuk olacaktır. Bunun için sevgi dolu yuvasından ayrılıp dünyayı keşfetmek üzere, eğitici bir yolculuğa çıkar. Ancak daha önceki yaramazlık, tembellik, umursamazlık ve muziplik alışkanlıklarını bırakamaz; bu alışkanlıklar onun başına olmadık işler açar.
Bir kere, hem eğlence hem oyun hem de öğrenme birlikte iş başındadır. Hollandalı filozof J. Huizinga’nın(Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme) Homo Ludens’de söylediği gibi, insan oyun oynadığında varlığının bütün boyutları iş başında ve capcanlıdır. Oyun oynamanın bir ihtiyaç olduğu dönemlerde, yani çocuklukta bunun eğitimde fırsata dönüştürülmesi neden düşünülmesin? Yaratıcılığı tetikleyen bir imkân olarak oyun ve drama iyi bir eğitim aracı olamaz mı? Oysa biz sadece bilgi yükleyerek ve sınav fobisini minik beyinlere ekerek, özgürlüklerini çalıyoruz.
Deshaneye hayır; “özel okula” evet(!)
Dershaneler önemli bir ihtiyaca cevap veriyordu ancak yasaklandığı için sınav odaklı özel okullar araştırmaya mecbur bir haldeyiz sanki. Dershaneler bir açmaza çözüm bulmak için doğmuştu; ortaöğretim, yüksek öğretime geçiş sınavına hazırlayamadığı için, bir çözüm olarak devreye girmişti ve iyi sonuçlar da vermişti.
Dershaneye hemen hemen bütün öğrenciler gidebilirken; özel okullara çoğu kişinin devam edebilmesi mümkün değildir. Çünkü en az yedi kat daha fazla ödeyerek özel okula ve takviye ya da özel dersler de alamak suretiyle, deshaneye verilen ücretin 10 katına kadar çıkıldı. Böylece eğitimde fırsat eşitsizliğini besleyen bir yapılanmaya da geçit verilmiş olundu.
Milli eğitimin hal-i pür melali, geçtiğimiz aylarda yapılan YGS sınavında bir kez daha gözler önüne serildi.
Grafiksel veriden görülebildiği kadarıyla 160 sorunun yarısını (80 soru ve üstü) yanıtlayanların oranı neredeyse %5’ten daha düşük bir düzeyde kalıyor. Uç örnekler ve başarılar gerçeği göstermez. Ortalama ve büyük çoğunluğun sonuçları, milli eğitimi değerlendirebilmek için son derece önemlidir. Resmin büyük tarafı başarısızlığı göstermektedir. Diyebilirizki, sözkonusu %5 iyi bir yere yerleşebilecek durumdadır.
Bu tablo bize lise müfredatının başarısız ve öğrencilerin sadece zaman, para ve emek isarafının kurbanları olduğunu söylemektedir. Kısacası ilkokul sonu başarı ile lise sonu başarı arasında ciddi bir mesafe yoktur. Öyle ki çoğu çocuk okula gitmeden de, hayattan ve çevreden öğrendikleriyle 3-5 soruyu cevaplayabilir.
Yükseköğretime geçildiğinde sorunların asıl nedeni ise, orta öğretimin yetersizliğidir. Ancak biz sadece bilginin yüklenmesini konuşurken, içinden çıkılmaz sorunların sadece bir kısmını yansıtabildik. Bir de Sokrates’in ifadesiyle kafa ile kalbin ya da düşünce ile gönlün radikal bir biçimde ayrılması ve açtığı yaraların, değer sorunu olarak karşımıza çıkması vardır ki, bunların telafisi neredeyse imkânsızdır.
Yetenekleri ve yatkınları hesaba katmazsak
İyi bir eğitim sisteminin, çocuğun yatkınlıklarını, yoksunluklarını ve fazlalıklarını hesaba katması beklenir. Biz bunları hiç dikakte almadan, çoğu zaman, sözde eğitim adına, potansiyellerimizi yok ediyoruz.
Örneğin iyi bir ressam adayı olabilecek ve hayal dünyası güçlü bir çocuğu sıradanlaştırarak, hayatın kıyısına müsvede olarak bırakmak da bizim sistemimizin bir sonucu olmalı. Mesela bir öğrenci, ağacın köklerini yukarıya çizse ve güneşi mor renge boyasa, resim öğretmeni ona ağacın doğru (!) çizimini gösterek, önemli bir yeteneği tırpanlamaya başlayacaktır. Oysa biz mantık dersinden değil, resim dersinden bahsediyoruz. Böylece de farklılık yerine aynılık ve tek biçimci eğitimi zorluyoruz.
Kısacası bizim eğitim sistemimiz, meslekleri ve eğitimi, mizaca göre yönlendirmediği için, iç çocuğumuzu ya da çocuksu yanımızı yok saymaktadır. W. James’ın ifadesiyle, çocukluğumuzu kaybettiğimiz için de mutsuz oluyoruz.
1930'larda Hitler rejiminden kaçarak ülkemize gelen Alman aydınlardan bazıları şu tespitte bulunmuştur: "İstanbul sokaklarında gözlerinden ateş fışkıran ve çok yaratıcı oyunlar kuran bu çocuklar, okula gittiklerinde gözlerinin feri söndürülmektedir. Bu kadar yetenek, nasıl tırpanlanmaktadır… Bu eğitim sisteminin araştırılması gerekir." Belki de bu kadar cehaletin ancak eğitimle mümkün olduğunu söylemek durumundayız. Kısacası tünel bakışı veren ve ezberci eğitim sistemiyle, yarınlarda yaya kalacağımızı söylemek için kâhin olmamız gerekmiyor.