[7-8 Eylül 2021] Nitekim şöyle yazmış, birkaç gün önceki mektubunun devamında: “İkinci bir istifham da, onlarca eşcinsel arkadaşa sahip biri olarak, eşcinsel erkeklerde gözlemlediğim bir hakikatten kaynaklanıyor. Hemen hemen her kadın ve erkek gibi eşcinsellerde de monogam ilişki yaşamak, sevgililik, sadakat, sözde çok yüceltiliyor; ancak, tanıdığım erkek eşcinsellerden duyduğum, gördüğüm şu ki, affınıza mağruren, tam tersi bir yaşam biçimleri de var. Hoşlarına giden her erkekle; gerek kendilerinin, gerek karşılarındaki arzu nesnesi erkeğin sevgilisi olup olmamasını umursamadan birlikte olmak istiyor ve hattâ bir kerelik olsun birlikte olmayı deniyorlar.
“Ben bunu, erkeklerin her an cinsel ilişki yaşayabilecek bir fıtrata sahip olmasına bağlıyorum. Cinsel arzusunu tatmin edecek herhangi bir yeni şeye ya da kişiye cinsel maksatla yanaşabiliyor her erkek aslında. Kendileri sevgililerini aldatmayı hak görürken sevgililerinin böyle bir şeyi düşünmesini bile sorun haline getirdiklerini de çok görmüşümdür. Peki buna rağmen, hele de çift sevgililerden oluşan bir ordunun mevcudiyeti, uzun süre etkin vazife yapması ne kadar gerçekçi olabilir?”
AY’nin sorusunun gelip dayandığı son nokta, Eski Yunan’da erkek sevgili çiftlerinden oluşan askerî birimlerin, kaçınılmaz gördüğü çok-eşlilik güdüleri karşısında kalıcı olup olamadığı (olamayacağı). Ama öncesinde öyle genellemeler yer alıyor ki bizi, insanların cinsel doğası ve poligami/monogami hakkındaki çok daha kapsamlı tartışmalara götürüyor.
(1) Okuyucumun genellemelerine temel teşkil eden gözlemlerinden başlayayım. Bunlar kendi tesbit veya iddiaları. Doğruluk derecesini bilemem, sınayamam. Benim öyle çok fazla eşcinsel tanıdığım yok (hattâ belki hiç yok, pek farkında olmasam da). Böyle bir çevrem yok. AY’nin sözünü ettiği türden gözlemlerim yok. Alt tarafı 75’inde ve kendi halinde, son yıllarda büsbütün münzevileşmiş bir tarihçiyim. Dahası, dünyada ve Türkiye’de günümüzdeki eşcinsellik çalışmalarını da okumuyor, bilmiyorum. Bu tür anket ve istatistiklerden haberdar değilim. Yani neresinden bakarsanız bakın, bana sunulan bu “veri”lerin doğruluğu veya yanlışlığını tartışamam. Acaba mı diyemem. Uç noktada, erkek eşcinselleri “önüne gelenle yatma” (promiscuity) iddialarına karşı savunamam. Tartışmayı rayından çıkarmamak için, düşünsel bir deney, bir thought experiment çerçevesinde, ancak doğru kabul ederek yol almaya çalışabilirim.
(2) Bu çerçevede, erkekler (ve sırf erkekler) fıtraten poligamik mi gerçekten? Bu tartışma (belki geyik muhabbeti) hem normatif hem pozitif düzlemlerde sürüyor ve ikisi birbirine karışabiliyor. Yani erkeklerin (varsayılan) poligamik doğası, sadece bir gözlem (iddiasıyla) kalmayıp, reel hayatta çok-eşliliğin savunulmasına gerekçe, ya da erkeğin eşini sürekli “aldatma”sına (bu terimin ahlâkçı yüklemelerinden hoşlanmasam da) kılıf yapılmak istenebiliyor. Madalyonun diğer yüzünde, erkeklerin başını çektiği tartışmalarda (eğer bunlara tartışma denebilirse) kadınlar dikkatle, itinayla bunun dışında tutuluyor. Onların fıtratında poligami olmadığı iddia ediliyor. Bu da, (varsayılan) bir gözlemden, ampirikmiş gibi sunulan bir iddiadan, kolayca normatif çıkarsamalara teşmil ediliyor. Erkek çok-eşli olabilir ama kadın olamaz (olmamalı). Erkeğin “aldatması” tolere edilebilir ama kadınınki edilemez (çünkü doğaya aykırı). Böyle asimetrilere, bütün erkek söylemlerinde ve belki en fazla dindar-muhafazakâr çevrelerde rastlanabiliyor.
(3) Onun için dikkatle cevap vermek ihtiyacını duyuyorum. Evet, bence biyolojik bir eğilim olarak poligami potansiyeli (a) hayvanlardan insanlara geçiyor ve üstelik (b) erkeklerle de sınırlı değil. Bunun genetik temeli bugün çok açık. Bazen sanıldığı gibi tek-dallı ve doğrusal olmayan evrim ağacında, yani aslında çok-dallı evrim çalısında, gibongillerden (şebeklerden) 15-20 milyon yıl, orangutanlardan 14 milyon yıl, gorillerden 8-9 milyon yıl, şempanzelerden belki 6-7 milyon yıl önce ayrışmışız. Ardından ramapithecine’ler, australopithecine’ler, sonra Homo türü, o çerçevede (aralarındaki ilişkiler çok net olmayabilen) Homo habilis, Homo ergaster, Homo erectus, Homo heidelbergensis, Homo neandertalensis ve nihayet Homo sapiens geliyor (yani biz). Bunları, hayvanlar âleminden çıkıp insanlaşma sürecimizin ne kadar uzun olduğunun altını çizmek için tekrar hatırlatıyorum. DNA’mızın yüzde 98.8’i şempanzelerle ortak. Bir yönüyle, ortak olmayan o yüzde 1.2 muazzam farkediyor tabii. Ama diğer yönüyle, hayvanlık geçmişimiz ve doğamız çok, çok derin aslında.
(4) Bu da farkında olalım olmayalım, birçok davranışımıza yansıyor. Mimiklerimizin, jestlerimizin, yüz ifadelerimizin pek çoğu kuyruklu (monkeys) ve kuyruksuz (apes) maymunlarla ortak. Şimdilerde, bebeklerin iletişim çabalarının ve çıkardıkları seslerin yetişkin şempanzelere ne kadar benzediğine ilişkin çok çarpıcı deneyler yapılıyor. Cinsel alana geçersek; birçok hayvan (özellikle memeli) türünde, bir yandan erkeklerin genlerini olabildiğince çok dişiye vermeye, diğer yandan dişilerin mümkün olduğu kadar çok erkeğin genlerini almaya çalıştığını gözlüyoruz. Yalnız ilginçtir; (a) dişiler hep bu açıdan daha seçici, daha zor yanaşılır ve aynı zamanda (b) grubun veya sürünün “tek erkeği”nin şiddete dayalı tahakkümü altında. Nitekim büyük kedilerde, yeni gelen erkek (aslan, kaplan, leopar vb) bulursa hemen öldürüyor, kendinden önceki erkek(ler)den olma yavruları. Babun, goril, şempanze gruplarının lider erkekleri, asla tahammül etmiyor “harem”lerindeki dişilere (sürü içi veya dışından) başka erkeklerin yaklaşmasına. Buna rağmen, burası çok önemli, grubun dişilerinin fırsat bulduklarında o diğer erkeklerle orada burada gizlice çiftleştikleri (ama grup lideri farkına vardığında kıyametin koptuğu) görülüyor.
(5) Fakat buradan hareketle, ister erkek ister kadınlarda çok-eşlilik (veya çok-eşlilik arayışları) “doğal”laştırılabilir ve dolayısıyla normatifleştirilebilir mi insanlar için, insan toplumları için? Sanmıyorum, çünkü “biz” salt biyolojik varlıklar değiliz. Hayvanlar âleminden çıkmış olabiliriz ama farklıyız aynı zamanda. Şu veya bu şekilde, kendimizi “insan” kılmışız. Kültür üretiyoruz ve kültürün içinde ahlâk üretiyoruz. AY’nin birinci sorusuna cevabımda işaret ettiğim gibi, eninde sonunda bir çelişki ve çatışma çıkıyor, kimilerinin “doğal” dediği eğilimlerimiz ile mensubu olduğumuz kültür dairesinin kendine has ahlâk öğretisi (öğretileri) arasında. Ona bakarsak, hayvanlar serbestçe ve hiçbir müeyyidesi olmaksızın öldürüyor da. Ama biz öldürmüyoruz. En azından, “doğamızda var” diye bir “öldürme özgürlüğü”ne sığınmıyoruz. Lo tirşah. Hazreti Musa’nın on emrinin altıncısı. Thou shalt not kill. Öldürmeyeceksin. Cinayet işlemeyeceksin. Ahlâk getiriyoruz; ahlâkı dinle perçinliyoruz; dinin ve ahlâkın üzerine bir de hukuk getiriyoruz. Bu sosyo-kültürel ve/ya hukukî kurallara kimimiz uyuyor, kimimiz uymuyoruz. Ya da kısmen uyuyor, kısmen uymuyoruz. Önemli olan şu ki, hiçbir şekilde düz bir çizgi çizemiyoruz, geçmiş hayvansı kökenli “doğal”lığımızdan toplumsal, toplum içi davranışlarımıza.
(6) Nitekim cinsel ilişkiler alanında öyle bir kurum, öyle bir pratik getiriyoruz ki, doğada benzeri yok. Bu da evlilik. Sırf “iki kişinin beraberliği” veya bir “çift” (couple) olma hali değil. O kadarıyla, ömür boyu tek-eşliliğe doğada, bazı kuş türleri arasında da rastlanıyor. Ama evlilik bundan fazla bir şey. Şu veya bu şekilde düzenlenmiş bir cinsel beraberliğin, üzerine kültür, ahlâk, mülkiyet ve hukuk katmanları giydirilmiş, iyice kurumlaşmış hali. Dolayısıyla bozulması, dışına çıkılması çok daha zor. Tabii çok-eşli de olabiliyor, tek-eşli de. Toplumsal gelişme erkeğin yükselişiyle elele gittiğinden, çok-karılılığa (polygny), çok-kocalılıktan (polyandry) daha fazla rastlanıyor. İster çok-karılı, ister tek-eşli evlilikte, yüzyıllar boyu erkek tahakkümü söz konusu. Çağımızın kadın mücadeleleri ve sair demokratik gelişmeleri bu tahakkümü ancak bir parça sarsıyor.
(7) Öyle veya böyle, evlilik çelişkili bir kurum. Şimdi artık tek-eşli evlilikten, resmî monogamiden söz ediyorum. Bütün insan pratikleri ve müesseseleri gibi, hem veriyor hem alıyor. Bir yandan belirli bir himaye, ekonomik güvence, devamlılık, çocuk yapma ve yetiştirme ortamı sağlıyor. Diğer yandan kabul edelim ki iki insanın sürekli yanyana, birlikte yaşaması çok zor bir şey. Kanıksama, alışkanlık, bıkkınlık, soğuma, geçimsizlik boyutlarını beraberinde getiriyor. Bu da, yaş, tecrübe, olgunluk, tahammül derecesi gibi bir dizi faktöre bağlı olarak, ister erkeğin ister kadının, ya da belki her ikisinin kendilerine başka alternatifler aramasına yol açabiliyor. İster “aldatma” deyin, ister ayrılma, ister boşanma. Evlilik kendi zıddıyla elele gidiyor.
(8) Yeri gelmişken kaydedelim ki, modern hayat da, kadınlar dahil herkese sunduğu eğitim-öğretim olanaklarıyla; gene her iki cinsiyeti kucaklayan meslekleri ve çalışma alanlarıyla; yarattığı ve hem erkekleri, hem kadınları (ya da ister kadın ister erkek eşcinselleri) içine alan çeşitli mekânlar ve mecralarla — evet, sürekli kolaylaştırıyor başka eş veya sevgililer bulmayı. Esasen bilhassa dindar-muhafazakâr erkekler, bu yüzden korkuyla bakıyor kadının evden çıkmasına, okumasına, çalışmasına, iş hayatına atılmasına. Çünkü doğru: bu yüzden (bu sayede) erkekler gibi kadınların da önünde bütün bir tercihler alanı açılıyor. Kadınlar alfa erkeğin, harem sahibinin, babun, goril veya şempanze sürübaşının kontrolünden çıkıyor. Eyvah, ne olacak? Haksız da değiller. Fakat geri dönüşü yok. İster heteroseksüel, ister homoseksüel herkesin, son tahlilde bizi hayvanlardan ayıran bu tercih hakkını, bu özgürlük hakkını kabullenmesi ve — “kadınlarını kaybetme” veya “aldatılma” — korkularıyla birlikte yaşamayı öğrenmesi gerekiyor.
(9) Buradan gelelim eşcinsellere. Dediğim gibi, benim tanıdığım bir çevre değil. Çok riskli de olsa, belki şöyle bir tahminde bulıunabilirim: Hele bizim son derece patriyarkal, tabular ve riyakârlıklarla kuşatılmış, dışı başka içi başka, hem “hâşâ, Osmanlı’da eşcinsellik olmuş olamaz” diyen hem de apaçık Osmanlı’dan kalma bir pedofili geleneğini sistematik olarak koruyan toplumumuzda, eşcinsel olabilmek egemen ahlâka (ahlâksızlığa) karşı başlı başına bir özgürlük adımı, en azından bireysel ölçekte. Belki, diyorum, bu adım atıldıktan sonra özgürlük ve serbestlik hissi artıyor, doludizgin bir coşku, bir exuberance uyanıyor ve sürekli yeni sevgililer aramaya, bu çerçevede “bir gecelik” ilişkilere dahi rahatça girebilmeye kadar uzanıyordur. Bir örnek vereyim. 1960’larda Türkiye kadın-erkek ilişkileri açısından görece zor, ABD ise görece rahat bir toplumdu. Benim kuşağımdan insanlar, liseden çıkıp da Amerika’ya üniversite okumaya gittiklerinde yaşadılar benzer bir özgürleşme coşkusunu. Bu kadarını da ben kendi gözlemlerim temelinde söyleyebilirim sanıyorum. Bugünün eşcinsel çevreler için ise… bilmiyorum. Ama böyle bir psikolojik tandans varsa şaşırmam sanıyorum.
(10) Fakat bu, kesinlikle modern bir fenomen. Buradan Eski Yunan paiderastia’sına veya Japon wakashu’suna sıçramak hiç kolay değil. İşte bu noktada, okuyucumun Eski Yunan’da “sevgili çiftleri”nden oluşan askeri birliklerin (özel olarak çok-eşlilik dürtüsünden kaynaklanabilecek) kırılganlığı hakkında söylediklerine katılamıyorum. Çünkü o başka bir çağ, başka bir toplum, başka bir kültür, başka bir töre. Erastes ve eromenos (ve nenca ve çigo) arasındaki ilişkiler çok daha kuralcı, çok daha bağlayıcı. Paiderastia, zaten topu topu birkaç yüz vatandaşı olan, herkesin herkesi (bütün erkeklerin bütün erkekleri tanıdığı) küçücük şehir-devletlerinde yaşanıyor. Bir erastes’in, herkesin gözü önünde gidip kendi eromenos’undan başka bir ergene kur yapması, ya da meselâ Patroklos’un gidip Akilleos’tan farklı bir savaşçıya kur yapması, çok zor olmuş olmalı.
(11) Öte yandan, bence de “erkek eşcinsel sevgili çiftleri” askerî örgütlenme için hiç elverişli bir ilke değil — ama olası çok-eşlilik veya zıddında kıskançlık dürtüleri dışındaki nedenlerle. Bu ölçüt çok sınırlı, çok özel olduğu; yaygın olarak uygulanamıyacağı ve (hele kaçınılmaz kayıplar karşısında) sürdürülemiyeceği; bir devletin ordu ihtiyacı, hattâ küçücük bir kent-devletinin bile ordu ihtiyacı bu temelde çözülemiyeceği için. Nitekim Thebai’nin Kutsal Birliği ve benzerleri evrensel değil; tersine, istisnaî ve süs gibi biraz. Zaten o yüzden, bu kadar ün salıyor, biraz sansasyonalize ediliyorlar. Şunu da unutmayalım: bu tür askeri birimlerin varlık süresi ne kadar ki? Modern profesyonel ordu diye bir şey yok. Şehir-devletinin vatandaşları bir muharebe için toplanıyor, sonra dağılıyor, sonra tekrar bir araya geliyor. Hieros Lokhos alt tarafı 300 kişilik, varlık süresi de 10 yıl. O kadar. Ve nihayet bu sosyo-kültürel fenomenin tamamı, Antik Çağda, alt tarafı bir iki yüzyıla sıkışıyor.
* * *
Biraz uzun oldu ve konu da hayli genişledi, ama galiba iyi oldu, bütün bunları böyle toparlayabildiğim. Elimden geldiğince tüketmek istedim, çeşitli açıları. Görüşlerimiz yer yer farklı da olsa, bana bu fırsatı yarattığı için okuyucuma teşekkür ederim.