Suriye’de durum en tehlikeli kavşaklarından birinde ve virajın alınıp alınmadığı da kesin değil.
12 Eylül günü güya bütün taraflar arasında, ama aslında ABD ile Rusya’nın “öncülüğü”nde ilân edilip, ilk ağızda başarılı geçiyora benzediği için uzatılması dahi düşünülen ateşkes sürerken, ABD liderliğindeki koalisyon uçakları 17 Eylül’de Suriye ordusunun IŞİD karşısında Deyr Ez-Zor’da mevzi almış güçlerini bombaladı.
Saldırıda, aralarında 7 Rus askeri danışmanın ve 20’den fazla Şii milisin de olduğu 83 kişi öldü; 200’e yakını da yaralandı.
Saldırının iki F-16 ve iki de A-10 uçağı tarafından dört sorti halinde yapıldığı ve 50 dakika sürdüğü söyleniyor.
Saldırıdan hemen sonra 16 Rus savaş uçağı Lazkiye Himeymim Rus askeri üssünden havalanarak bölgeye ulaştı, ama işleri bittiğinden muhtemelen kalktıkları Irak’a dönmüş bulunan koalisyon uçaklarıyla karşılaşmadan üslerine döndüler.
ABD merkez komutanlığı CENTCOM’dan birkaç saat sonra yapılan açıklamada, saldırının yanlışlıkla Suriye ordusunu hedef aldığı; Rusya tarafına haber vermek de dahil, gereken bütün önlemlerin alınmasına rağmen bu “kaza”nın yaşandığı ve üzgün olunduğu ifade edildi.
Hemen ardından başka yetkililerin yaptıkları açıklamalar da aynı minvaldeydi, ama giderek umursamazlaştı ve “bölge bu kadar karışık olursa bunların yaşanması normaldir” seviyesine indi.
Olay gerçekten bir kaza mıydı, yoksa kapalı kapılar ardındaki pazarlıklarla ilgili yaptırım amaçlı bir darbe miydi?
Bu soruya cevap vermek zor, ama Suriye-Rus ekseninin ABD’nin özür dilemesinden hiç tatmin olmadığı belli.
Misilleme ise üç gün sonra, 20 Eylül’de geldi.
Suriye veya Rusya’ya ait uçaklar Halep’e insani yardım götüren BM konvoyunu vurdu; konvoydaki araçların neredeyse tamamı hareketsiz bırakılır ya da imha edilirken, 12 şoför ve yardım görevlisi hayatını kaybetti.
BM saldırıyı şiddetle kınadı. Stephen O’Brien “Halep'in kuzeybatısındaki Urum el Kubra bölgesinde insani yardım konvoyuna düzenlenen hava saldırısından tiksindim ve dehşete düştüm” derken, Ban Ki-mun da tepkisini "Konvoydaki araçları bombalayan korkaklar” sözleriyle dile getirdi.
Rusya ve Suriye ise saldırının kendileri tarafından yapıldığını reddedip, hava saldırısını “yerden yapılan roket atışları”na dönüştürerek son derece pişkin bir tavırla muhaliflere bağladılar.
Üstelik Suriye ve Rusya, 19 Eylül’de Halep’e görülmemiş şiddette bir hava saldırısı da başlattı. Yerleşim bölgelerine düzenlenen saldırılarda 300’den fazla sivil hayatını kaybetti. 1500’e yakın da yaralı var ve aralarında çok sayıda kadın ve çocuk da bulunuyor.
Saldırılar sonrasında yine BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun “Bugün, sivillerin korunması için verilen küresel taahhütler için kara bir gün” diyerek tepkisini gösterdi ve dikkati saldırıda kullanılan silâhlara çekerek “Sivillerin yaşadığı bölgelere yangın bombası gibi silahlarla saldırılması ‘savaş suçu’ teşkil edebilir” ifadelerini kullandı.
Belli ki Suriye’de durum, operasyon düzenleyen tarafların şimdiye kadarki en keskin zıtlaşmalarına karşılık geliyor ve muhtemelen Üçüncü Dünya Savaşı’na yıllardır bu kadar yaklaşılmamıştı.
Durum henüz yatışmış değil. Karşılıklı sert suçlamalar devam ediyor ve şimdilik, Suriye-Rusya ikilisinin Halep bombardımanları sürerken, bir orta yol bulunabilecekmiş gibi de görünmüyor
(tepkiler için bkz http://www.amerikaninsesi.com/a/bm-de-elestiri-yagmuru-rusya-itiraz/3525204.html?utm_source=twitterfeed&utm_medium=twitter ).
Dünya üçüncü bir savaşın kıyılarında dolaşırken, Türkiye’de ne medya ve ne de hükümet cephesinde kayda değer bir tepki yok.
Bunun başlıca iki nedeni var.
İlki, 15 Temmuz darbesinde ABD’nin parmağı olduğu konusunda yapılan ve bolca da alıcı bulan propaganda; buna karşılık Rusya’yla yeni düzelmiş olan ilişkiler…
ABD’den Suriye’de uçuşa yasak/güvenli bölge gibi Türkiye tezlerine yakın çıkışlar gelir, buna karşılık Rusya’nın Suriye BAAS’ına daha da fazla yakınlaşan savaş politikalarına meyli artarken, Türkiye olup biten karşısında daha pasif bir tavrı tercih ediyor.
Elbette bunda, son zamanlarda PKK saldırıları artmışken, ABD’nin PYD’ye olan desteğine duyulan tepkinin de etkisi var.
İkinci neden ise Türkiye kamuoyunun ilgisinin, hem yukarıda belirtildiği gibi yurtiçindeki PKK ve FETÖ operasyonlarına, hem de El Bab’ı hedeflediği yetkililerce de açıklanan Fırat Kalkanı operasyonuna dönük olması.
Yurtiçinde PKK saldırılarını artırmış olsa da, El Bab’a dönük harekâtın PYD cephesinde işler, Türkiye’nin isteklerine uygun gidiyor.
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, 22 Eylül Pazartesi günü verdiği demeçte, YPG unsurlarının Fırat’ın doğusuna çekildiğini resmen açıkladı.
Belli ki Dabık – El Bab bölgesine doğru genişleyecek Fırat Kalkanı’nda ÖSO-TSK ikilisine doğu kanadından, yani YPG’den bir tehlike gelmeyecek.
Ancak harekâtın batı kanadında durum o kadar net değil.
Suriye ordusunun da Halep’in doğusuna yığınak yaptığı ve El Bab üzerine yürümeye hazırlandığı haberleri geliyor (https://www.evrensel.net/haber/291326/suriye-ordusundan-bab-hazirligi).
Elbette Suriye ordusu El Bab’a dönük bir operasyona konusunda sırf mesafe açısından TSK-ÖSO ikilisine göre daha avantajlı. Ayrıca Fırat Kalkanı güvenliği öncelediğinden oldukça yavaş ilerliyor.
Ancak birçok cephede giderek yoğunlaşan bir savaşı sürdürürken bir taraftan da sivil halka karşı uyguladığı şiddetle tepki çeken Suriye’nin, El Bab gibi yeni bir cephe açması da pek kolay değil.
Şimdilik Suriye’nin El Bab arenasına katılma tehdidi gibi görünüyor ve o şekilde tanıtılıyorsa da, bu yığınağın asıl amacı Halep’e dönük olabilir.
Gene de, Suriye ordusu ile TSK’nın El Bab arenasında karşılaşması yok sayılamıyacak bir olasılık.
Bu takdirde ortaya çıkması olası kaos en kötü senaryoları akla getiriyor ve Rusya ile ABD arasındaki zıtlaşma bu raddedeyken, Armageddon çağrışımları uyandırıyor.