Önceki yazımı, askerlerin, Muğlalı Sendromu olarak bilinen ve “bugün hukuksuz bir iş yaparsan yarın sahip çıkan olmaz” diye özetlenebilecek bir temkinlilik ile “bir şey yapmalı!” diye özetlenebilecek bir misyon duygusunun yarattığı gerilim arasında gidip geldiğini, bu gerilimi en iyi hissettikleri dönemin Balyoz/Ergenekon yargılamaları dönemi olduğunu, bu süreçte kurumları ve komutanları tarafından “ortada bırakılmış olmanın” yarattığı şok duygusunun onları uyum ve kopuş seçeneklerinden kopuş’a yaklaştırdığını, 2014’ten sonra emekli askerlerin siyasal ve toplumsal failliğini biçimlendiren şeyin de, bu kopuş hâletiruhiyesi olduğunu belirterek bitirmiştim.
Türkçe çevirisi (Vivet Kanetti, Metis) tam bir tesadüfle 2014’te yayımlanan Savunma Saldırıyor adlı çalışmasında Jacques Verges iki temel savunma stratejisinden bahseder. Bunlardan biri, kurulu düzene saygıyı esas alan uyum savunması, diğeri de yeni bir gerçekliği gözler önüne sermeyi hedefleyen kopuş savunmasıdır.
Geleneksel, alışılmış savunma çizgisinin dışına çıkarak, “yargılayanları yargılayan” bir savunma yöntemi olarak nitelenebilecek kopuş savunmasının amacı mahkemenin iyi niyetini kazanabilmek değil; masumun suçlu, suçlunun masum olduğu alana girebilmek ve uğruna ölebileceği ideolojisini mahkeme salonunun dışına çıkarabilmektir.
Balyoz/Ergenekon davalarında yargılanan askerlerin birçoğunun yaptığı, kopuş savunması idi. Yargılayanlar yargılanacak, yargılananlar ise göbeklerini kendileri keseceklerdi.
Mesleklerinin en parlak yıllarında iken hapishaneye konulan emekli askerler için bu deneyim, kopuş hâletiruhiyesini pekiştirdi. Çoğu için hapishane, 2014 sonrası yerleşecekleri toplumsal-siyasal konumlanma bakımından kurucu ve dönüştürücü bir rol oynadı. Verges’in deyimiyle “mahkeme salonunun dışına çıkarmayı başardıkları” ideolojilerini derleyip toparlamalarına ve zihinsel bir yığınaklanma yapmalarına olanak veren bir uzam-zaman oldu hapishane.
Sivillere göre daha keskin hatlarla ayrışmış ve görece basitleştirilmiş dikotomilerle düşünmeye zaten yatkın bir zihinsel tertibata sahip olan askerlerin dost-düşman tanımlamaları bu süreçte daha da keskinleşti.
Şiddet Üzerine’de Hannah Arendt “Askerlerde, sivil alandaki dostluk biçimlerinden çok daha yoğun biçimde hissedilen ve çok daha güçlü olduğunu kanıtlayan bir tür grup bağı buluruz” diyordu. Bu bakımdan, hapishanede iyice keskinleşen bir diğer şey, aralarındaki grup bağı ve bilinciydi.
Söz konusu düşünsel yığınaklanma sürecinde emekli askerler güncel siyasetin doğru bir okumasını yaptılar ve dört askeri müdahalenin gerçekleştiği 1960-1997 arası dönemdeki gibi askerin artık tek başına veya sürükleyici güç olarak hareket edemeyeceğinin bilincine vardılar. Böylelikle, bugüne değin bu ölçüde ve bu biçimde hiç yapmadıkları bir şeyi deneyerek çeşitli toplumsal/siyasal/bürokratik kesimlerle ilişkiye girdiler. İlişkilerini yeniden tanımladılar, yeni ilişkilenmeler oluşturdular. Yayınevlerinden akademisyenlere, gazetecilerden iş insanlarına, spor dünyasından makbul ilahiyatçılara kadar çok farklı kesim ve gruplarla yatay ilişkiler kurdular. Birçoğu zaman içinde çeşitli siyasi partilere ya üye oldu ya da bu partilerle iltisaklandı. Görünür organik ilişkiyi tercih etmedikleri tek parti AKP oldu.
Gerçi emekli askerler geçmişte de siyasi partilere üye olmuşlar, buralarda yöneticilik görevleri dahi üstlenmişlerdi ama bu seferki, geçmiştekilerden bir miktar daha farklıydı. Bu kez, bulundukları partiler içinde, o partinin programından kısmen bağımsız olarak hareket edebilen “serbest elektronlar” oldular. Üyesi ya da ilişiklisi oldukları parti angajmanlarını aşarak siyasal davranışlarını belirlemede öne geçen ve onları bir arada tutan esas şey, silah arkadaşlığı ethos’uyla desteklenmiş bir grup bilinci oldu.
Bu toparlanma ve düşünsel yığınaklanma süreci, siyasal iktidarın o dönemki öncelikleriyle mükemmelen uyuşan bir konjonktürde gerçekleşmesi nedeniyle başarıyla sonuçlandı.
İktidarın Suriye ile başlayan, ardından Irak, Libya, Azerbaycan, Katar ve Doğu Akdeniz’e uzanan askeri etkinliklerle desteklenmiş dış politikasının TV ekranlarında yorumlayıcı bir desteğe ihtiyacı vardı. Askerî deneyimleri nedeniyle emekli askerler ilkin bunu sağladılar.
Ancak zaman içinde birçoğu, televizyonlarda askeri harekâtların askeri değerlendirmesini yapmakla kalmayıp, iç ve dış politikanın gidişatını ve hatta yönünü biçimlendirmeye, Türkiye’nin parçalı siyasal ortamında, politik olmayan araçlarla politik figürler haline gelmeye çalıştılar.
Askerler, tıpkı bu programların diğer katılımcıları gibi, sadece kendi uzmanlık alanlarında değil, ekonomiden kadın haklarına kadar yayılan geniş bir memleket sorunları yelpazesinde görüş belirtir oldular.
Bu durum, aynı zamanda, askerlerle medya arasında geçmişte güçlü biçimde var olan ancak 2010’larda Balyoz/Ergenekon yargılamaları sürecinde bozulan ilişkilerin onarılması anlamına da geliyordu.
Üstelik eskisinden farklı olarak bu sefer söz konusu medya sadece anaakım medyayı değil, bu askerlerin eskiden selam (ve akreditasyon) dahi vermediği medya gruplarını da kapsıyordu. Askerler, ne bu selam dahi vermeme konusunda sahici bir özeleştiride bulundular ne de yeni duruma ilişkin anlamlı bir açıklama yapma ihtiyacı hissettiler.
Emekli askerler bir yandan da ordunun 15 Temmuz’dan sonra hasar gören itibarının toplum nezdinde rehabilite edilmesi için bir tür tampon mekanizma işlevi gördüler.
Emekli askerlerin temsil ettiği bu tampon mekanizma TSK’nın yerli ve milli savunma sanayii şirketlerinin desteğiyle yürüttüğü askeri etkinliklerin Türkiye’yi bölgesel bir güç haline getireceği ve emperyalist kuşatmayı yaracağı şeklindeki söylemleri meşrulaştırdığı ölçüde, kendisinin hükümet nezdindeki meşruiyetini ve/veya kullanışlılığını artırdı.
Böylesi bir alışverişin ve kazan-kazan denkleminin kurulmasında, Cumhur ittifakının milliyetçi ve güvenlikçi siyasetinin payını da zikretmek gerekir.
Ancak, tekrar pahasına vurgulamak gerekirse, askeri eğitimlerinin kendilerini dost-düşman, siyah-beyaz gibi kesin karşıtlıklar üzerinden düşünme ve davranmaya yönlendirdiği emekli askerlerin birçoğunun görmekte zorlandığı şey ise, içinde bulundukları bu alışveriş sistemin limitleri olduğu idi.
İktidarın geleneksel laik/Kemalist çizgiden uzaklaşma olarak yorumlanabilecek birtakım uygulamalarının TSK gibi askerler için yaşamsal önemdeki kurumların içine de sirayet etmesi karşısında, görevdeki üst düzey askerlerin ortaya koyamadığı bir direnç ve duyarlılık emekli askerler tarafından seslendirilmeye başlandığında, eski anılar depreşti.
Siyasal yaşamı boyunca çok farklı gruplarla girdiği pragmatik ilişkileri sonlandırma veya ona yeni suretler biçme koşul ve zamanlamasını çoğunlukla kendi seçen bir siyasal lider olarak Erdoğan için emekli askerler, elindeki dost listesinin muhtemelen en alt sıralarında yer alıyordu ve bunlar muhtemelen listedeki en kuşku duyduğu gruplardan biri idi.
Onlara kuşkuyla yaklaşan sadece Erdoğan değildi. Amiraller Bildirisi olayından sonra konuşan Akar kuşkusunu şöyle ifade etmişti: “Mekanizma nasıl oluştu, onu anlamaya çalışıyoruz. Bunun arkasında ne var? Başka şeyler olabilir.”
Şu an Çetin Doğan, Çevik Bir, Ahmet Çörekçi dahil 14 emekli general müebbet hapis cezasıyla hapishanedeler. Amiraller Bildirisine imza atan emekli askerler hakkında da 12 yıl hapis istemiyle iddianame düzenlendi.
Bu iki gelişme, emekli askerlerin 2014 sonrası kurduğu denklemlerin ulaşabileceği doğal sınırları kalın uçlu bir kalemle belirliyor.
Muhtemelen, emekli askerler belirlenen bu sınırlar içerisinde etkinlik göstermeye devam edecekler. Bu denklemin ileride alabileceği yeni biçimlerde el üstünlüğü ise Erdoğan-Akar ikilisinde.