‘Ruhumun feri söndü. Kimse beni görmüyor, feryadımı da duyan yok’. Depresyon bir boşluktan baş aşağı düşmekse eğer, bir el uzansın ve acısına dokunsun istiyor. Sanki ona değecek bir göz zamanı durduracak, filmi geriye saracak ve bize olan biteni baştan anlatacak. On dört yaşında fidanını toprağa vermiş, en zor yerden almış yarayı. Dünyanın mağluplarından biri saymış da kendini, şimdi her gittiği yere bir çiçek, bir tohum veya bir fidan götürüyor. Her konukluğa gittiğinde bir saksı, bir fidan, bir fide. Filizlenecek bir umut, yeşerecek bir tazelik, onun için dünyayı içinde yaşanabilir kılıyor. Ne ki o evlerden birine yolu düştüğünde çiçeğe durmadığını görürse o tohumun, özensizlik ve ihmalden kuruyup gittiğine tanık olursa, içinde zapt edemediği bir isyan boy veriyor. Çünkü yaşayan her çiçek kızının ruhunu taşıyor. Ölen her çiçekte o bir kez daha ölüyor. Keder bizi ihtimamlı kılar. Kederin şiiri, bize içimizin bilmediğimiz bir yerinden kapı açar. Açılana dek oradan bize bir geçit verileceğini hiç bilmiyorduk. Ruhumuzu merhametin kollarıyla kavrar ve bizi ihtimama sevk eder. Hayat kendini korumanın bir yolunu mutlaka buluyor. Yas, ayrılmış sevilenle bağımızı diri tutmanın bir biçimi olarak, kaybolmakta olan hatıra ile geride kalan acılı insanı birleştirir. Onları yakınlaştırır. Keder, sevgi ve merhamet birbirini besler.
Depresyon bir düşüş, keder bir sıçrayış. Ümit ve yeis arasında bir konuşma. Depresyon bizi istila eder, biz kendi elimizle kendimizi kedere teslim ederiz. Onun ırmağında gönül rızasıyla yıkanırız. Bir armağan, bir bağış. İyileşmek yeniden bir bütünlük arayışıdır, yara aldığım yerden eksilirim ama iyileştikçe bütüne geri döner, eksiği bir anlam duygusuyla telafi ederek yerine koyarım. Bu yönüyle keder canlılığımızın bir alameti gibi, ne yani dünya o kadar acı, vahşet ve zalimlikle tıka basa doluyken ağız dolusu gülmeye devam edebilir miyiz? Bir ıstırap bizim en yakınımıza kadar sokulmadı diye onu yok sayabilir miyiz? Dünyanın bütün feryatlarını duyan biri, başını çevirip gidemiyorsa erdemli bir keder ona yoldaşlık ediyor demektir. Erdemli keder : Değiştiremediğim her kötülük karşısında kalbim hüzünle çarpar. Bir başkasının acısı, gücüm onu değiştirmeye yetmiyorsa, beni hayatın olağan neşesinden alıkoyar. Ahlaki bir duyarlılık olarak keder. Bir merhamet olarak doğan keder, bizi ötekinin acılarına açar ve o acıları dindirmek için harekete sevk eder. Merhamet bütün diğer erdemlerin önüne geçer çünkü o benliğin eriyip gittiği bir sevgidir, orada ben yok ama sen vardır. Kederle birlikte kendi egomuzu aşar, kendi öz kimliğimizin dar sınırlarından ötesine bakmaya başlarız. Varlığın içine gizlenmiş faniliği, kederle birlikte daha bir fark eder ve dikkatimizi acıya batmış bir dünyaya yöneltiriz. Kederli insan, başkalarının iniltilerini hemen işitir. Şeylerin geçiciliği dünyanın güzelliğini daha yakından görmemizi sağlar, öyle ki ıstırabın yol kestiği bir dünyada ram olacağımız bir yer, tutunacağımız bir dal varsa o da güzelliktir.
Ümitsizliğin gölgesinde yaşıyoruz, ruhu döven keder dalgalarıyla yaşamayı kabullenmemiz gerek. Keder bize her şeyin sahibi olmadığımızı, zamana hükmedemediğimizi, hayatı keyfimizce yönetemediğimizi gösterir. İnsan aciz, varlık kırılgan. Bu dünyada yalpalayan varlığımız ancak ümidin ve anlamın kılavuzluğunda sükûn bulabilir. Anlatacak bir hikâyemiz, yularımızı bağlayacağımız bir aidiyet, bize yön ve ufuk tayin eden bir anlam olduğunda ışıklanır hayat. Keder, bizi önünde gidilecek uzun yolların bulunduğu bir çocuk kılar.
Rekabetçi kapitalist ethos, yarışa katılmaktan beri duran, kendi imajlarını parlatmak gibi modern meşguliyetleri beceremeyen mütevazı ve bazen de miskin insanları kolayca hasta hanesine yazıyor. Mazinin insanı kurallara riayet etmeyi, geniş anlam sağlayıcı çerçevenin (din, millet) doğru yanlış çizelgesine harfiyen uymayı şiar edinmişti. Bugünün modern insanı bu konularda yapılacak bir hatanın uyandıracağı bir suçluluk duygusu yerine inisiyatif almayı, toplumsal kuralları çiğnese bile kendi benliğini ilerletmeyi hoş görüyor. Daima aksiyon ! Hatanın patolojisi yerini yetersizliğin patolojisine bırakmış durumda. Hareketin, eylemin, hızlı ve önde olmanın kutsandığı bir çağda eylem başlatamayan kişi depresif kabul ediliyor. Keder, hüzün, elem, melal veya gam kolayca depresyon kategorisine tıkıştırılıyor. Yırtıcılık sözcüğünün bir iltifat olarak kullanıldığı modern toplumda, ‘gürbüz bir girişimcilik ruhu’na sahip olmayan müstağni kişi, yetersizlik ve utanç duygularıyla karşı karşıya bırakılıyor. ‘Farklı ol, hareketli ol, yık geç!’ İyi ama ya incitmek istemiyor, ya tarumar etmekten hoşlanmıyor, ya benlikler pazarında kendisine iyi bir müşteri aramıyorsa o kişi? Onu kişisel olarak yetersiz bulmaya ve ilaçlarla ‘canlandırma’ya ne hakkımız var? Postmodern zamanlarda depresyon bir paketle birlikte geliyor ve kurdeleyi çözdüğünüzde karşınıza şunlar çıkıyor: Anlamsızlık, çaresizlik, kendini kınama, nihilizm, parçalanma, yabancılaşma, yön yitimi, şüphecilik ve yalnızlık. Böyle bir dönemde ümidi, dili, benliği, birliği, güveni, istikameti ve anlamı kaybediyoruz. Şüphe en yaygın iklim olup çıkıyor. Kimsenin kimseye güven duymadığı bir toplumsal ortam. Psikiyatrist hastanın dilini çözemiyor ve onu zorla teşhis el kitaplarının birindeki bir tanı kategorisine hapsetmek isteyebiliyor. Böylece hastanın/danışanın o biricik ıstırabı görmezden geliniyor. Hasta işitilmeye ve hissedilmeye en çok ihtiyaç duyduğu bir zamanda şeyleştirilerek bir patoloji ismine indirgeniyor. Buna karşı koyacağız, ama nasıl? Umuda tutunarak.
Gabriel Marcel’e göre umut, geleceğin hatırası. Onu E.Borgna üzerinden okuyalım : ‘’Umut eden kişi, sadece ben umuyorum dememekte, aynı zamanda sende umudum var, bizim için umut duyuyorum demektedir, çünkü umut etmek, daima kişisel bir gerçekliğe: sen olabilecek varlığa güvenmektir. Umutla ilgili nihai tanım, şu ifadeyle özetlenir : ‘Benim, bizim için sende umudum var’.’’ Viktor Frankl bir söyleşisinde ‘çaresizlik, bir anlam bulamaksızın acı çekmektir’ diyordu. Bir kez daha hayatın iyileştirici güçleri olarak keder, anlam ve umut. Keder bize anlamın da umudun da yanı başımızda gezindiğini, yeterince dikkat kesilirsek kolumuza girivereceklerini sezdirir. Sezdirdikleri bununla da bitmez : Her şey ihtimamla yaşar. Elimizden usulca kayarak gayba karışan o ruhların da ihtimamla yaşatılması gerekir. Umut her canlıda nazenin bir ruhun yaşadığına inanmaktır. Umut varlığın ruhuna inanmaktır, fıtrata ve yaratılışın güzelliğine inanmaktır. Kaderimizin de kederimizin de bizi kuşatan o büyük birliğe raptedilmiş olduğunu bilirsek, ‘ne kimseyi incit, ne kimseden incin’ öğüdünü hatırda tutabiliriz.
Sana çok şeyler öğretecek kedere hoş geldin de. Kederin pencerelerinden içeri tertemiz bir hava girsin, bırak. O hava içimizin gözeneklerinden nüfuz etsin, yeknesaklığın tozlarını havalandırsın ve bizi varoluşun dolu doluluğuyla buluştursun. Bizi can sıkıntısının çölünden diriliğin hüznüne çıkarsın. Dünya yeşerecek tohumları bekliyor. Kimseye kendini göstermek zorunda değilsin. Kimseyle yarışmak zorunda değilsin. Elindeki fidanı dik, gönlündeki tohumu toprağa göm. Senin eylemin bu : Erdemli keder. Dünyada çok acı var ve sen geçip gidemiyorsun. Bir el seni çiçekleri diriltmeye zorluyor. Onların direncini senin direncine bağlayan bir yol var. Yok, sen usulca yürü, koşma. Fısılda ama bağırma. Kederin garibi ol sen. Görünmeyen kapı sana açılacaktır. Semaya bak.