Mealen değil, tam ağızdan çıkan sözleri aktarıyorum: “ Bana geldiğinde bunu söyledi Şansölye; sizde şu anda gözaltında bir tane gazeteci var onu bırakırsanız memnun oluruz. Dedik ki o gazeteci değil, o terörist. Bütün bu olayların nedeni meğerse bu teröristmiş. Bu adam terörist. Bu adam gazeteci değil… Kardeşlerim 16 Nisan; hemen ardından Meclis’ten idam kararı çıktığı anda bunu ben onaylarım. Kardeşlerim Corc ne der, Hans ne der, Katerina ne der beni o ilgilendirmez… İşte bu toprağın uğrunda ölenleri biz 15 Temmuz gecesi gördük. Onlar evetçiydi evetçi… Hayırcı değildi. O, ef on altılarla benim vatandaşıma bomba yağdıranlar işte bugünün hayırcılarıdır”…
Bu sözler Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait. Yeni anayasa ile 16 Nisan’da, sadece yürütme yetkisini değil; yasama çoğunluğu ve yargı yönetimini de isim isim belirleme gücünü talep eden Türkiye’nin en güçlü siyasetçisi, kürsülerden böyle seslendi geçenlerde halka.
Önce, teklif edilen anayasada cumhurbaşkanına yargı erki ile ilgili verilen seçme yetkisini bir kere daha hatırlatmalıyım. Bu konuyu üst üste üç yazıda tane tane anlattım. Fakat bıkmamak gerektiği anlaşılıyor.
Bu ülkede hâkim ve savcıların bütün özlük haklarını, tayin ve terfilerini, başarılarını değerlendiren bir tek kurul vardır. Eski adıyla Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu. Bu tasarıda “yüksek” sözü fazla bulunmuş olacak ki çıkartılmış. Bu kurul 13 kişiden oluşuyor. Kurulun başkanı Adalet Bakanı. Üyelerden birisi de onun müsteşarı. Bu ikisini Cumhurbaşkanı atıyor. Bunlar dışında 4 üyeyi daha cumhurbaşkanı seçiyor. Ne etti? Altı… Geriye kalan 7 üyeyi Meclis atayacak. Geçenlerde “Erdoğan yargısı mı geliyor” başlıklı yazısında (serbestiyet.com 25.02.2017) Cengiz Alğan kardeşimiz Meclis aritmetiğine göre bu 7 üyeyi atarken Ak Parti’nin ilk turda iki, sonraki turlar için en az bir tane daha partiyle iş birliği yapması gerektiğini yazdı. Komisyonlarda ve Meclis oylamasında salt çoğunluğu yeterli görmeyen bir düzenleme getirildi ve gerçekten Ak Parti kalan 7 üye seçilirken dışardan desteğe ihtiyaç duyabilir. Birinci tur için istenen çoğunluğu geçiniz. O çoğunluğu sağlamaya hiç ihtiyaç yok Ak Parti için. Çünkü Ak Parti içinde olmadıkça öyle bir çoğunluğu oluşturacak alternatif mevcut değil. Ak Parti ikinci tura göre yapacak elbette hesabını. Yani iki değil, tek bir partiyle iş birliği yapabilir kalan 7 üyelik için… Zaten Anayasa da Meclis’ten öyle çıkmadı mı?
Yukarıda yazdım 13 üyenin 6 tanesini zaten Erdoğan kendisi doğrudan atıyor. Çoğunluk için 3, 5 veya 6 da değil tek bir üyeye ihtiyaç var. Burada basit soru şu: İş birliği ne demektir? Şuna iş birliği denebilir mi: “ 7 kişinin tamamını sizin istediğiniz isimlerden oluşturalım en büyük parti olarak bizim bir isim önerimiz yok.” Böyle bir iş birliği olabilir mi? Kalan üyeler nasıl paylaşılır sizce? Dörde üç mü, beşe iki mi yoksa altıya bir mi? Peki bir soru daha: Ak Parti’nin Meclis’in seçeceği HYK üyeleri için önereceği isimleri kim tespit edecek sizce? Aynı zamanda parti genel başkanı olan Erdoğan desem, çok şaşırır inanmazsınız değil mi? Şu da son soru olsun: “Erdoğan yargısı mı geliyor yoksa?”
Bu hatırlatmayı kapatalım burada. Şimdi şunu düşünelim: Yargının tepesindeki kurulu oluşturacak bir siyasetçi Almanya ile yaşanan sorun üzerine kürsüden bütün dünyaya sesleniyor: “O bir gazeteci değil. O bir terörist”… Adam yeni tutuklanmış. İddianame bile yok henüz. Savcı iddianame hazırlayacak. Hakimler de yargılayacak. Fakat bütün o savcı ve hakimlerin geleceğini belirleyen kurulu seçecek olan siyasetçi hükmü vermiş bile: “O bir terörist”…
Böyle bir sistem olur mu? Anayasaya “yargı tarafsızdır” cümlesini yerleştirmekle yargının tarafsızlığı sağlanabilir mi? Senin hayatını belirleyecek kurulu seçen siyasetçi hükmü vermişse, burada “hâkim teminatından” söz edilebilir mi? Hâkimin, vereceği kararı düşünürken o siyasetçiyi kızdırırsa geleceğinin kararabileceğini bildiği bir düzene “hukuk devleti” denebilir mi?
Siyasette olur böyle söylemler deyip bunları “teferruat” sayarak kendini rahatlatmaya çalışanlar için söylüyorum. Hayır bu mazur görülebilecek bir söylem değildir. Yargıya, açık ve çok güçlü bir müdahaledir; ne hukukta ne de etikte yeri vardır bunun.
Kaldı ki burada belirgin bir nüans da dikkat çekiyor. Erdoğan “yargı bağımsızdır, onun tasarrufudur karışamayız” gibi kabul edilebilir standartlarda diplomatik bir cevap zeminine de ihtiyaç duymuyor artık belli ki. Yargı yerine hüküm bildiriyor. “Karışamayız” değil, (yargıç yerine geçip) “bırakmayız” diyor.
Ardından gelen idam taahhüdü… Bir cumhurbaşkanı, fiilin gerçekleştiği anda yasada yazılı olan cezanın daha sonra arttırılması durumunda geriye dönük olarak uygulanamayacağını; bunun kadim bir norm olduğunu bilmiyor olabilir mi? Nedir öyleyse meydanlarda idam idam diye coşmanın anlamı? İlkel, intikamcı duygular üstünden rant devşirmek mi? “Siyasette her şey mubah” çı popülizmin şık bir örneğiyle daha mı karşı karşıyayız?
“Şehitler evetçiydi, evetçi… onları bombalayanlar bugünün hayırcılarıdır” …
Ne oldu 15 Temmuz’u takip eden günlerde “Yenikapı Ruhu’na” yapılan güzellemelere. Hani darbeye karşı çıkanlar el ele vermişti? Hani Ak Parti birleştirici, kucaklayıcı siyasetin adresiydi! Sırf “bu kadar yetkiyi başkana vermek yanlıştır” dedikleri için, dün el ele durulan kesimler bugün darbeci mi oluyor? Bu mudur kucaklayıcılık? Toplumun tamamı “ultra yetkilerle gelin; yasamayı da yargıyı da alın avcunuzun içine, nasıl isterseniz öyle yönetin bizi” derse mi ancak kucaklanmayı hak edecek?
Bir mücadeleyi kazanmak için, ülkenin yarısını nefret nesnesi yapmayı göze alan bu söylem üzerine Ak Parti seçmenlerinin hiç mi söyleyeceği söz yok?
Zaten çok güçlü olan iktidarını daha da genişletmek, anayasal norm haline getirmek için, karşı çıkanları “şehitlerin canına kıyan darbeciler” olarak nitelemekten kaçınmayan bir siyaset tarzı; çoğunluğun desteğini yitirmeye başlar ve iktidarı tehlikeye girerse hangi yetkileri nasıl kullanacağını anlatmıyor mu yeterince?
Bu soruyu da sormayacak mıyız 16 Nisan’da sandığa giderken?