Giderek ülkede Erdoğan’ın söylemini ciddiye alan birkaç kişi kaldığını düşünmeye başladım. Takipçileri onun sayesinde yaşadıkları duygu kabarmasıyla yetiniyor olabilir. Belki muhalifler de Erdoğan’ın zaten hamaset yaptığı, her an her şeyi söyleyebileceği, sıkça tutum değiştirebildiği kanaatini taşıdıkları ölçüde, denenlere önem vermiyor.
Ancak ben Erdoğan’ın şu dönem söylediklerini özellikle önemsiyorum… Konuşanın ‘sadece’ Erdoğan olmadığını, bu vesile ile bize ‘siyaset üstü’ bir devletçi vizyon sunulduğunu, Erdoğan’ın söz konusu vizyonun taşıyıcılığına soyunduğunu ve nihayet bu sayede seçimleri yeniden kazanmayı umduğunu düşünüyorum.
Üstelik bu beklentinin gerçekçi olabileceği ve özellikle muhalefet Erdoğan’a ‘cevap’ veremezse seçimlerin iktidar lehine dönebileceği endişesine sahibim. Tabii yanılıyor olabilirim. Belki de Altılı Masa güle oynaya seçimleri alacak. Ama yine de Erdoğan’a kulak verin derim… Çünkü iktidar ve muhalefet bu seçimlerde ayrı hikâyeler anlatıyor ve iktidarın hikâyesi daha ‘büyük’.
Muhalefet iktidarın yanlışlarına işaret ediyor, kendisinin daha adil, özgürlükçü ve rasyonel olduğunu iddia ediyor. Diğer deyişle seçimi kazanırsa halkın gündelik hayatını, refahını, mutluluğunu artıracağını söylüyor. İktidar ise seçilirse Türkiye’nin ve Türk kimliğinin dünyada (ve böylece tarihte) hak ettiği yeri alacağını, refah ve güvenliğin asıl (ve ancak) böyle oluşabileceğini öne sürüyor, halka onur, gurur ve ‘büyüklük duygusu’ vadediyor.
Endişem iktidarın hikâyesinin muhalefete oranla daha ‘çekici’ olabileceği… Hangisini tercih ederdiniz? Gündelik hayatınızdan memnun olurken sıradan (ikinci sınıf?) bir ülkenin vatandaşı olmayı mı, yoksa gündelik hayatınızda (kabul edilebilir?) bir faşizan düzene razı olmanın karşılığında dünyaya yön veren ‘büyük’ bir ülke ve milletin ferdi olmayı mı?
İki ucu ballı değnek gibi… En iyisi değneği ortasından tutup iki ucundan da nasiplenmek. İktidarın bu imkânı yok. İktidarın parçası olan devlet kanadı ve onun İttihatçı ideolojisi buna engel. Muhalefet ise bunu yapma şansına sahip ama kullanmıyor. Dolayısıyla ortaya iktidarın avantajlı olabileceği bir denge çıkıyor ve nitekim Erdoğan da bunun üzerine gidiyor.
Pazartesi günkü (23 Ocak) Bakanlar Kurulu sonrası yaptığı konuşma, siyasetin nereye evrildiğini anlamak isteyenler için fazlasıyla öğreticiydi.
Erdoğan’ın konuşmasında 4 tema eklektik biçimde, arada geçişleri hiç önemsemeden yan yana getirilmişti. Temalardan biri son günlerde katıldığı açılışlar, hayata geçen hizmetler, farklı kesimlerle düzenlenen buluşmalar, diğer ülke liderleriyle görüşmelerdi. İkinci tema ise ekonominin ‘bir başarı hikâyesi’ olarak sunumu ve o çerçevede verilen sübvansiyonlar, destek programlarıydı.
Bu iki temanın artık iyice standardize edildiğini ve muhalefetin gündelik hayatı öne çıkaran tezlerine karşı hazır reçeteler haline sokulduğunu görüyoruz. Erdoğan’ın adalet-yargı-hukuk meselesine hiç değinmemesi ise hangi alanda sıkıntılı olduğunu ortaya koyarak muhalefetin bu konunun üzerine sistematik şekilde gitmesi gerektiğini hatırlatıyor.
Ancak Erdoğan’ın adalet-yargı-hukuk alanına girmemesinin ‘ideolojik’ bir nedeni de var: İktidarın bir davet olarak sunduğu ‘Türkiye Yüzyılı’ ve onun dayanağı Yeni İttihatçı yaklaşım amaçlanan ‘milli’ hedeflerin (‘kızıl elmanın’) bedelinin yurt içinde hukuktan vazgeçmek, ya da en azından evrensel hukuk normlarından sapmak olabileceği önermesini açıkça yapmaktan çekinmiyor. Çünkü hedefin millileştiği ve tekleştiği bir durumda, o hedefi gerçekleştirecek iktidara karşı çıkmanın (hatta desteğini esirgemenin) ihanet anlamı taşıyacağı ve uygun şekilde cezalandırılacağı ima ediliyor.
Böylece iktidarın seçime giderken kullanacağı söylemin ana niteliğinin de altını çizmiş oluyoruz: Millilik. İktidar herhangi bir konuyu ne denli ‘milli’ hale getirebilirse o derece avantajlı olduğunun farkında gözüküyor. Bütün halkın tek bir özne, tek bir irade olarak tanımlandığı durumlarda, söz konusu özne için doğru olanın ‘tek’ seçeneğe indirgenmesi ‘aklın gereği’ olarak sunulabiliyor. (Özellikle ataerkil/otoriter zihniyetin hâkim olduğu bir kültürden söz ediyorsak). Bu durumda halkın iradesinin uzantısı (organik parçası) olan iktidarın gerekli yürütücü iradeyi katıksız şekilde (başka hiçbir ‘kuvvetle’ paylaşmak zorunda kalmadan) hayata geçirmesi de ‘rasyonel’ bir yol olarak tanımlanabiliyor.
Nitekim Erdoğan’ın ele aldığımız konuşmasındaki üçüncü tema söz konusu ideolojik yaklaşımın vurgulanmasıydı.
“Cumhuriyetimizin kuruluşunun üzerinden geçen her kazanıma sahip çıkıyoruz. Vatan toprakları üzerindeki son devletimiz, Cumhuriyetin ilk asrında yapılan her şeyi bundan sonrakinin bir girizgahı olarak kabul ediyoruz… Bu kritik süreçte ülkemizin her alanda kendi vizyonuna sahip olması, programlarını uygulamaya koyması, hedefleri doğrultusunda yol yürümesi hayati öneme sahiptir. Türkiye artık kendi özgür politikaları ve eylemleri (ile) geleceğe yürüme dirayetine kavuşmuştur… Yıllarca bu ülkenin ve milletin adeta iliğini sömürerek kendi refah ve güvenlik düzenlerini sürdürenler kolay kolay pes etmeyecektir. Biz bugüne kadar verdiğimiz mücadeleyle kimsenin ne dediğine ne istediğine neyi dayattığına bakmadan istiklal ve istikbalimize sahip çıkabileceğimizi cümle aleme ispatladık… Türkiye Yüzyılı’nı herhangi bir siyasi program değil ülkemizin milli vizyonu olarak sizlerin takdirine sunuyoruz… İşte medeni, modern olmak budur.”
Türk milleti ve devleti geçmişten geleceğe uzanan tekil bir özne olarak görülüyor ve iktidar söz konusu özneyi gerçek bağımsızlığına kavuşturan irade olarak sunuluyor. Bu arada bu siyasi programa karşı çıkanlar (‘sömürücüler’) millet ve devlet düşmanı olarak damgalanıyor. Böylece 14 Mayıs tarihinin niçin seçildiğini, nasıl bir propagandayı ima ettiğini anlıyoruz: ‘Yeter söz milletindir’ denerek ‘millet’ kendi içindeki düşmanları temizlemeye davet edilecek. Anlaşılan seçim bir ‘iç savaş’ olarak tasavvur edilecek ve muzaffer çıkmak için her şey mübah olabilecek.
Erdoğan ‘Türkiye Yüzyılı’nı “herhangi bir siyasi program değil ülkemizin milli vizyonu” olarak vurgularken, ‘medeniliği ve modernliği’ bu vizyonu sahiplenmek olarak tanımlıyor. Diğer deyişle bu vizyonun ülkeyi ‘çağdaş medeniyet seviyesine’ çıkaracak yol olduğunu öne sürüyor. Böylece iktidar kendisini Cumhuriyet’in kuruluşunun ‘bir sonraki aşaması’ olarak sunarken, Erdoğan da kendisini bu tarihsel büyük sıçramanın ‘kaptanı’ olarak görebiliyor.
Birçok kişi bu söylemi Erdoğan’ın pragmatizmine, siyasi cevvaliyetine bağlayabilir. Ben seçilen bu yolun devletin bir bölümü ve onun çeperindeki ağ tarafından bilinçli olarak kotarıldığını ve devlete (dolayısıyla topluma) kalıcı şekilde hâkim olma hedefini içerdiğini düşünüyorum.
Bu hedef seçmeni ‘geleceğin doğruları’ adına ‘bugünün yanlışlarına’ farklı gözle, yani ‘milli’ bir çerçeveden bakmaya davet ediyor. Millilik ise kuru bir ideoloji değil… Duyguyla yüklü bir kimlik oluşumunun harcı… Bu harcın sürekli beslenmesi lazım ve Erdoğan’ın konuşmasındaki son tema da bu minvaldeydi:
“Şu anda üzerinde hassasiyetle durmam gereken konu, İsveç’in NATO üyeliği başvurusuyla başlayan ve bir esfel-i sâfilinin mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim mushafını yakmasına kadar varan hadiselerdir. İslam dini, peygamber efendimiz vasıtasıyla ilk müjdelendiği günden beri Ebu Cehil’in sembolü olan pek çok saldırının, alçaklığın hedefi olmuştur… Bu alçak saldırının Türkiye büyükelçiliğinin önünde gerçekleşmesi saldırıyı bizim açımızdan milli mesele haline dönüştürüyor. Bu zihniyet uzunca süredir eli kanlı terör örgütlerine kucak açmayı da demokrasi kılıfıyla meşrulaştırmaya çalışıyor. Milyarlarca Müslümanın inancıyla birlikte 85 milyon Türk vatandaşının manevi şahsiyetine saldıran bu zihniyet asırlardır bir arpa boyu yol alınmadığının şahididir. Bu sapkınlığı teşvik edenler, göz yumanlar hiç şüphesiz sonuçlarını da hesap etmişlerdir. Senin güvenlik güçlerin, polisinin koruması altında bu ihaneti, namussuzluğu, alçaklığı, adiliği yapacak, onların korumasıyla biz Müslümanlara ne yaptık diyecekler. Böyle bir kepazeliğin yaşanmasına sebebiyet verenlerin NATO’ya başvuru konusunda artık bizden herhangi bir hayırhahlık beklemeyeceği açıktır. Terör örgütlerine caddelerinizde, sokaklarınızda cirit attıracaksınız, ondan sonra bizden NATO’ya girmesi için destek bekleyeceksiniz. Yok böyle bir şey.”
Açıkçası çok ‘hoş’ bir metin… İsveç’in NATO üyeliğine müracaatı ile bir Danimarkalı siyasetçinin İsveç’te Kuran-ı Kerim yakması tek bir sürecin parçası olarak ele alınıyor, eylemin yapıldığı yerden hareketle mesele ‘millileştiriliyor’, (nitekim) olay Batının bize düşmanlığının ne denli ‘kadim’ olduğuna işaret olarak alınıyor, bu vesile ile İsveç’in zaten terörizme hizmet ettiği vurgulanıyor ve nihayet bu ülkenin NATO üyeliğine geçit verilmeyeceğinin altı çiziliyor.
Verilen mesaj şu: Biz nasıl geçmişten geleceğe uzanan tek bir özne isek, Batı da öyle. Aramızda bir mücadele var ve Batı her türlü ‘kirli’ yola başvurarak bizi vurmaya çalışıyor. Bu yaklaşımın içinden baktığımızda NATO’nun iktidar nezdinde bir güvenlik işbirliği örgütü değil, bir muharebe meydanı, içinde ancak pazarlık ve tehditle yol alınabilecek bir ‘düşman kurgusu’ olduğunu anlıyoruz.
Olayın İslam’la ilişkili olması ise muhakkak ki iktidar için bu ‘dik durma fırsatını’ daha da cazip kılıyor. Dinle bütünleşen milliliğin duygusal etkisi ve ideolojik mobilizasyon gücü tabii ki kuru kuruya devlet çıkarları söyleminden daha etkili.
Seçime giderken Erdoğan’ın konuşmalarında muhtemelen bu dört temayı sıklıkla ve birlikte göreceğiz. Erdoğan ‘başarılarını’ anlatmayla yetinmeyecek. Asıl mesaj ‘milliliğe davet’ olacak ve tercihan her konuşmasında bunu duygusal/psikolojik bir mesele, (ucu Batıya dokunan) bir çatışma ile besleyecek.
Geçmişte Erdoğan’ın Batılı ülkeleri ‘tahrik silahını’ kullanmasına tanık olduğumuz için (örneğin Hollanda) şimdi de benzerlerini denemesi şaşırtıcı olmaz. Hatta ‘Türk milletinin onuruna dokunması beklenen’ bazı eylemlerin dolaylı yollardan üretilmesini bile iktidara önerenler olacaktır.
Dolayısıyla muhalefet seçim ortamının iktidar tarafından ideolojik ve psikolojik olarak sonuna kadar ‘sömürülme’ ihtimaline hazır olmalı. İktidar söyleminin üzerine çıkmak için yapılanların yanlışlığına, adaletsizliklere, aklı ve bilimi dışlayan uygulamalara yüklenmek, vatandaşın sıkıntılarını dile getirmek yeterli olmayabilir.
Muhalefet toplumun isteyeceği ve gerçekçi bulacağı alternatif bir devlet, millilik, vatandaşlık ve gelecek tasavvuru üretmek durumunda. Zor olmayabilir… Başlangıç olarak iktidarın sahiplendiği yolun nasıl suçu yapısal hale getirdiği, kurumsal yozlaşma ürettiği, Türkiye’yi ‘kavruk bir haydut devlet’ olmaya ittiği ortaya konabilir. Alternatif bir vizyon için ise dışarıya bakmaya gerek olmadığı, (küreselliğe çoktan entegre olmuş) ülkenin kendi değerlerine sahip çıkmasının yeterli olduğundan hareket edilebilir. Çeşitliliği ve çoğulculuğu hazmedecek bir özgüvenin hem devlet hem toplum içinde potansiyel olarak mevcut olduğu varsayımı bir siyasi/ideolojik önermeye dönüştürülebilir…
Böylece seçmen önünde eş düzeyli iki ‘büyük’ hikâye bulur ve daha sağduyulu karar verme ihtimali artar.