Kadının bir egemenlik ortamı olarak algılanması yeni değildir. Bu algı, eski Yunanlılara kadar gider. Erkeğin egemen oluşunun altında yatan asıl etmen, erkeklerin bir kadın miti oluşturabilmeleri veya kadını kurgulayabilmeleridir.İkinci Cins kitabıyla akıllarda yer eden Simone de Beauvoir’a göre, eğer “kadınlar, kendi tasarılarını yansıtan herhangi bir erkek miti kurabilselerdi, erkeklerin rüyalarıyla rüya görmezlerdi” ve “ikincil olmak kaderleri olmazdı.”Yunanlılar bir yandan kadını ikincil konuma ötelerken; öte yandan onu yüceltmişlerdir. Ötelemişlerdir, çünkü hayatın içindeki kadını sitenin dışında görmüşlerdir. Yüceltmişlerdir, çünkü zihinlerinde kurguladıkları kadın bir bakıma kendi hayallerinin ürünüydü. Sokrates’in bilgesi de bir kadındır. Gerçek bir kadın değildir, ancak erkek muhayyile, dahası filozof kurgulamıştır onu. Erkek, kadını sadece bir rahim, taşıyıcı bir yer, bir mekân olarak kurguladığı için, elbette etkin ve edilgindir. Platon’un Timaeos diyalogunda dünyanın başlangıcı olarak tasarlanan mekân, yani khora bir tür rahime benzer dolayısıyla dişidir. Ancak bu kadın konuşmayan, sesi çıkmayan bir öteki olarak kurgulanmıştır. Hal böyle olunca, kurgulanan her daim edilgindir.Erkek adeta kendi putunu oluştururken, edilgin olan kadın da bu kalıba uymaya yazgılıdır. Kadın, erkeğin kurgusuna ne kadar çok yaklaşırsa, bu ölçüde kabul göreceği zannıyla daha çok pasifleşmektedir. Böylece erkeğin ötekileştirdiği modele daha çok yaklaşmaktadır. Ancak tuhaf olan da, kendi olamayan kadına da, mutlu olmasının adresi olarak, kendine dönmesi önerilmektedir!İbrahim’i dinlerde geçen, kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı mitini de esasında bu bağlamda okumak mümkündür. Erkek, zihninde bir kadın yarattı, kadın da bu figüre bürünmeye çalıştı. Ne kadar yaklaştıysa, o ölçüde alkış alırken, uzaklaştıkça da, erkeğin hayalinden saptı ve yabancılaşma baş gösterdi.Kant dünyayı biz inşa ederiz demişti. Buradan bakarsak, kadını da zihinde erkek imgeledi, hayalinde mayaladı. Kadın çalışmalarında öne çıkan Cinsiyet Belası’nı yazan J. Butler de “kadın doğulmaz, kadın olunur” derken, daha önceden mevcut olan kalıpları ve bu kalıplara uyması gereken edilgin varlığı, erkeğin sahnenin sahibi oluşunu ima ediyordu.Tüketim kültüründe kadının metalaşması da para ve gücün bir senaryosudur. Erkek, kendini beğenecek kadını, yani erkekliğini hissettirecek figürü reklâmlarda vermektedir. Bir tıraş bıçağı reklâmında kadın tıraş olan adamı gelip öpüyor. Burada kadının rolü, erkeği, adam ve erkek hissettirmektir. Pazar veya piyasa da, sanki kadınların beğenisine vurgu yaparak, onları yüceltmektedir. Oysa erkek, kadınla ve yarattığı kadınla adam olmaktadır.Erkek kendisini kadının üzerinde hükmü olan bir şahıs olarak görmektedir. Kadın ve çocuk olacak ki, adam kendisini adam gibi görebilmelidir. Onlar onun sözünü dinleyecek ve hükmü altında olacaktır. Kadınlar ve çocuklar bu hükmün altından çıktıkları zaman, bu adamlar erkeklik krizine girmeye başlıyorlar. Esasında bu isyanın nedeni, muhayyilelerindeki figürden bir uzaklaşmaya dair direniştir.Kadını erkeğin egemenlik alanı dahası kendini ifade ettiği doğal varlık konumundan kurtarmadığımız sürece, dahası kadınlar muhayyilelerinde erkek kurgulayıp, erkeklerin bu modele yaklaşmaya çalıştıklarına şahit olmadıkça, ataerkillik tartışması bir tür fasit daireden öteye geçmeyecektir. Kısacası kadınların birer tasarımcı olmasının tam da zamanı… Ama nasıl ve ne ölçüde mümkün? Şimdiye kadar, neredeyse kimliksiz ve zayıf bırakılan kadın, olumsuzluklarını sergileyerek varlığını gösterebildiyse, bu kadının bir imge ve tasarımın başında olması mümkün mü?H. Arendt’ın iktidarın dayatmasını bir tür şiddet olarak okuduğunu anımsarsak, otoriteye karşı direnmeye davet edişini, kadının da politik aktör olmasını istediğine yorabiliriz. Var olma arenası siyasetse, kadın yönetilen durumundaysa, yine ikincil olmaya mahkûmdur ve bu da şiddetten başka bir şey değildir. Dahası kadının üşünme yeteneğinin ve hayallerinin elinden alınması da şiddet değil midir?Feminist yaklaşımların, tasarlayan, hâkim olan bir kadın tasavvuru arayışına gitmesi gerekmektedir. Kadın muhayyilesi bir tür erkek kurgulamadığı ve bu kurguya boyun eğdirmediği sürece edilgin olmaya mahkumdur. Deyim yerindeyse, kadınlık rolleri ve kimliğinin patenti erkekteyse, doğal olarak istediği kadını onaylamakta, istemediğini de toplumun dışına atmaktadır.Kadın nevrotizmini ve kimlik bunalımlarını da bu bağlamda pekâlâ okuyabiliriz. Kendi olamayan, daha doğrusu üretim ayarlarına uyamayan kadın, nevruzun pençesindedir. Bu durumda, “başkası değil, kendin ol” diyen şarkıcı, kimbilir kurguna uy, aslına git demeye çalışmaktadır.Geleneksel ve kültürel kodlarımızda da bir tür yüceltme yoluyla, aşk objesi olan kadın, öne çıkarılmıştır. Aşık olunacak kadın, duyuya ve estetiğe cevap veren, adeta melek gibi bir figürdür. Dahası ağzının içinde dili yoktur onun.Hal böyle olunca, Sezai Karakoç’un Mono Rosa’sı hayalde oluşturulmuş, hayata geçirilmesi, özellikle de modern Türkiye’nin başlangıcında oldukça zor bir imgedir. Bunun için olmalı ki, Tanpınar, eşikte bir kadın resmetmiştir: Avrupa gibi lâtif, Osmanlı gibi mağrur bir kadın… İşte bu tür tasarılar belki de Emel Sayın’a “Tanrım beni baştan yarat”, dedirtmiştir. Çünkü sahnedeki kadını geleneksel erkek hâkimiyeti kodlamıştır…Bu memnuniyetsizlikler yerini birlikteliğe, karşılıklı güç dağılımına ve beraber kurgulamaya bırakırsa, sanki daha insanca bir dünya bizi bekler…
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik