“Osmanlı devletinin ve imparatorluğunun nasıl kurtulacağı” sorusu bütün bir geç 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyılda Abdülhamid rejiminin muarızları olan Osmanlı liberal ve milliyetçi entelijansiyanın kafasında dönüp duran merkezi bir problematikti. İmparatorluğun bu varoluş sorununa ilişkin bir çözüm arayışı her daim söz konusu münevverler için temel bir meseleydi. Bununla beraber, despotik Abdülhamid rejimine muhalif olanlar siyasi ideolojilerini bu problem etrafında biçimlendirdi. Pek tabii, bu problemin çözümüne farklı reçeteler öne sürdüler.
Batının önerdiği reformları, İmparatorluğun merkezileşmesini, devlet sistemindeki geleneksel hiyerarşik yapısının değişmesini ve Sultan’ın mutlak iktidarının dizginlenmesini savunan muhalif çevrelerde bu fikirleri savunan sivil ve askeri bürokratlar daha ön plandaydı.
Şüphesiz, geleneksel ve dindar bir topluma haiz Osmanlı İmparatorluğunda bu tür reformları tabana yayarak geliştirmek ve kitlelere kabul ettirmek söz konusu reform eğilimli sivil ve bürokratik elitlerin karşılaştığı ve bertaraf etmek durumunda olduğu temel engellerin başında geliyordu. Zira Müslümanların kahiri ekseriyetini teşkil ettiği toplumsal yapıda Halife olarak Sultana, onun kutsal ve mutlak otoritesine/iktidarına sadık kalmak esastı. Bu bağlamda sivil ve askeri bürokratik elitlerin başını çektiği ve iştiyakla savunduğu reformların muayyen bir toplumsal zeminden, rıza ve destek mekanizmalarından beslendiği söylemek bir hayli güçtür.
Genç Osmanlılar bu muhalifler arasında başı çeken gruplardan biri ve belki de en dikkat çekici olanıydı. Askeri tıbbiyeli bu muhalifler Askeri Tıbbiye’de 1889’da Ittihad-ı Osmani Cemiyeti’ni kurdular. Ittihad-ı Osmaniye rejime yönelik ilk ciddi siyasi muhalefetin temellerini attı. Organize bir hareket olmamakla birlikte, Genç Osmanlılar ortak bir ideal etrafında bir araya gelmişlerdi. Bu ortak ideal ise İmparatorluğu kurtarmak ve onun territoryal bütünlüğüne halel getirilmesinin önüne geçmekti.
İmparatorluğun bekasının nasıl temin edileceği gibi yakıcı bir sorun evvelemirde Ermeniler ve onların siyasi örgütleri başta olmak üzere gayrimüslim tebaayı etkiledi. Bunun sonucunda 1878 Berlin Anlaşması’ndaki reformlarının uygulanması yönelik direnci ve 1894-96 yıllarında Ermenilere yapılan katliamların nasıl vuku bulduğunu bir önceki yazılarımda belirtmiştim.
Ermeni siyasi partilerin reformların uygulanması noktasında Batılı güçlerin Abdülhamid’e baskı yapmaları adına giriştikleri faaliyetler, Abdülhamid’i zor durumda bırakıyordu. Bunu, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlı Devleti’nin ulusal egemenliği ihlal etmesi olarak değerlendiren Abdülhamid, devletin içişlerine bu türden müdahalelerin müsebbibi olarak gördüğü Ermenileri ‘terbiye’ etmenin zamanın geldiğine kanaat getirmişti. Bu ‘terbiye’ ve ‘disipline’ etme, Ermenilere yönelik sistematik katliamların devlet eliyle ve bazı durumlarda devletin göz yummasıyla vukua gelmesine neden oldu.
İşin ilgin tarafı Abdülhamit’e karşı isyan bayrağını çıkartan tıbbiyeli ve Mülkiyeli entelijansıyanın 1895 sonrası Paris’te toplanarak çeşitli yayınlar yoluyla sürdürdüğü muhalefet sürecinde birlikte hareket ettiği Ermeni devrimci siyasi örgütleriyle tam da bu noktada çatışma yaşamasıydı. İki taraf da despotik rejime karşıydı ve reformlardan yana tavır almışlardı. Ancak Genç Osmanlılardan Genç Türklere evrilen ve Paris’te başını Ahmet Rıza’nın çektiği grup İmparatorluğun devamlılığı ve devletin ulusal hâkimiyetinin çiğnenmemesi ve dış baskılara maruz bırakılmaması hususunda Avrupa’da rejime karşı birlikte hareket ettikleri Ermeni devrimci siyasi örgütlerinden ayrılıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde II. Abdülhamid rejimine dönük muhalefeti tanımlamak için kullanılan “Young Turks” Türkçe ifadesiyle Jön Türk muhalif hareketi kendi içinde barındırdığı birçok farklı siyasi kanada rağmen Abdülhamid tarafından kapatılan Meclis’in açılması ve askıya alınan Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe girmesi gibi unsurlarda birleşen; modern Türk siyasi tarihinin de temel dinamiklerinin şekillenmesinde önemli rol oynayan bir siyasi hareketti.
Başta Şerif Mardin ve Şükrü Hanioğlu olmak üzere önemli tarihçilerimiz tarafından etraflıca analiz edilen kelimenin sahih anlamıyla bu ‘siyasi hareket’ yukarıda bahsi geçen ortak idealler haricinde içinde farklı politik görüşler ve stratejiler barındırmıştır. Bu farklılık gerek 1902-1907’deki Jön Türk kongrelerinde Abdülhamid’e dönük şiddetli muhalefeti temsil eden örgütlü yapının parçalanmasını da beraberinde getirmiştir. Temmuz 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edilmesiyle birlikte bu parçalanış, bir nebze de olsa ivmesini düşürmekle birlikte Meclis’in yeninden açılması sonrasında İttihat ve Terakki’nin siyaset sahnesine alenen bir parti olarak çıkması sonucunda artık siyaseten ve partisel olarak kendini iyiden iyiye kristalize etmiştir.
Cumhuriyete geçişle birlikte modern Türk siyasi tarihindeki politik blokları ve ayrışmaları da biçimlendiren bu siyasal düşünsel hareketin içinden yetişmiş ve bahis konusu olan farklı siyasi kanatların da temsilcisi olan önemli bir siyasi entelijensiya mevcuttur. Düşünsel olarak bir hayli üretken olan ve o dönemde Abdülhamid rejimine yönelik muhalefetini çıkardıkları yayınlarla da serdeden bu aydınlar arasında en önemli şahsiyetlerden biri Ahmed Rıza Bey’dir. 1902’deki 1. Jön Türk Kongresi’nin önderlerinden olan ve rejime yönelik muhalefetini Paris’te 1895’te kurduğu Türkçe ve Fransızca yayımlanan Meşveret dergisi ekseninde dile getiren Ahmed Rıza Bey, Abdülhamid’in gazabından ve sansüründen kaçarak Paris’e sığınan Jön Türklerin lideridir.
Ermeni devrimcileri, Paris’te palazlanan ve başını Ahmed Rıza Bey’in çektiği Abdülhamid rejimine karşı olan bu muhalif siyasi hareket ile bu rejimin bertaraf edilmesi noktasında ortak hareket etmiştir. Ancak İmparatorluğun merkezileşmesini savunan ve bu anlamda adem-i merkeziyetçi bir yapıya karşı çıkan başını Ahmed Rıza Bey ve Dr. Nazım’ın çektiği cenah, Avrupalı devletler tarafından 1878 Berlin Anlaşması gereği dikte ettirilen reformları karşı bir pozisyon almışlardı. Anlaşmanın 61. maddesini devletin iç siyasetine müdahale olarak değerlendiriyorlardı. Örneğin bu minvalde Hınçakların lideri Stepanos Sapah-Gulian için, Jön Türkler ile Abdülhamid’in siyasaları arasında hiçbir bir fark yoktu.
Burada bir noktanın altını çizmek gerekir: Ahmed Rıza ve Dr. Nazım’ın fikriyatını merkeze alarak Jön Türklerin doğasına ilişkin mutlak bir yargıda bulunmak zordur. Zira, Jön Türkler merkeziyetçilikten adem-i merkeziyetçiliği oldukça geniş bir yelpazede farklı siyasi eğilimleri bünyesinde barındırmıştır. Ancak yine de Ahmed Rıza ve Dr. Nazım’ın Jön Türklerin milliyetçi kanadını teşkil ettiğini söylemek mümkündür.
Ez cümle, en azından 1895-97 arası dönemde Jön Türkler arasında iki farklı siyasi cenahın varlığından bahsedebiliriz. Birinci grup, Ahmed Rıza tarafından temsil edilen merkeziyetçi, Batı’nın müdahalelerine karşı, devletin ve imparatorluğun bütünlüğünü savunmakta; Mizancı Murad Bey’in başını çektiği ikinci grup ise daha muhafazakar olmakla birlikte daha adem-i merkeziyetçi ve dış müdahaleyi savunan bir fikriyata haizdi. Bu yapıda, İttihat ve Terakki anayasal bir sistem temelinde İslam’ı modernite ile bağdaştırmaya çalışan yeni bir program kabul etmiştir.
Pek tabii, Jön Türklerin bu yeni görüşü Taşnak ve Hınçak gibi Ermeni devrimci örgütlerinin devrimci ve radikal yöntemlerinden ayrı bir içeriktedir. Yerel otonomi ve yabancı müdahaleyi benimseyen Ermeni siyasi devrimci örgütleri Jön Türklerden ayrılmıştır. Bu ayrımlar, 1902 ve 1907 kongrelerinde temayüz etmiştir.