Çıkacak sonuç ne olursa olsun, mevcut problemlerimiz ve çatışma konularımıza, kayda değer bir uzlaşma arayışına girmeden “başkanlık mı, parlamenter sistem mi” diye bir yenisi eklendi.
Hazırlık evresi demokratik ve çoğulcu usulle ele alınmayan böyle mevzular da olsa, milyonların katıldığı bir oylamadan sonraki sonuçların farklı düşünenler tarafından büyük bir olgunlukla sindirilmesi beklenir — ama siyasal kültürümüz buna kolay kapı aralar mı, hayli şüphelerle yüklü bir durum.
Altına imza atılan yasaları tanımamak, gelenekleri çizip kenara atmak, bariz toplumsal mutabakatları görmezden gelip bildiğini okumak, ya da tam tersini yapıp yakıcı şekilde kendini hissettiren uzlaşmalara sırtını dönmek, siyasi tarihimizin sayfalarını dolduran sıradan vakalar.
Halbuki, kanıtlı bir hile iddiası yoksa, herkesin sonuçları amasız fakatsız meşru gördüğünü ve kabul ettiğini ilan etmesi; “sonuçları tartışmayacağız” demesi; itiraz varsa onu da toplumsal rızaya dayalı olarak yasal yollardan değiştirmek için uğraşacağını ilan etmesi umulur.
Malum; Tanzimat’tan günümüze kadar, önemli kavgalara yol açan ve toplumsal fay kırıklarımız olarak nitelenen hemen hiçbir meselemizi — ister olağan dışı yollarla, ister demokratik katılım yoluyla — hakkıyla çözüp, tamamen geride bırakmayıbaşarmış değiliz.
Hiç şüphesiz zaman içinde önemli gelişmeler yaşanmış, mesafeler katedilmiş ve küçümsenmeyecek noktalara gelinmiş olmasına karşın, söz konusu temel fay kırıklarını oluşturan siyasi ve toplumsal, dini ve mezhebi, etnik ve kültürel kaynaklı sorunlar aşağı yukarı benzer bir seyir ve tıkanma durumu sergilemekte.
Ardına geniş bir toplumsal mutabakat ve rıza konulamayan sorunlar, bir süre sonra katlanmış ve yeni çehreler edinmiş olarak yeniden sahnede yerini aldı.
Doğal olarak bu sorunlar, geçtiğimiz onca dönemin bir yandan siyasal ve toplumsal, diğer yandan biçimsel özelliklerini alarak, hayatımızda sürekli varoldular.
Çatışmalarımız, gerilimlerimiz ve tıkanmalarımız hep aynı konular etrafında uç verdi. Politik saflaşmalarımız, yani farklı düşüneni ötekileştiren kamplaşmalarımız, hep benzer konularda şekillendi.
Bunları çoğu kez kitle mobilizasyonu için, sosyolojik gerçekliğimizle ilintili ama gelecek vadeden bir vizyon içermeyen kimlik paketlerinin içerisine yerleştirmeyi ve siyasal söylemleri onlar üzerinden ifade etmeyi uygun bulduk.Fırsat yakalandığında da, ya iktidar mevzilerinden veya başka mercilerden, envai tür ideoloji yüklü toplum mühendisliklerine girişildiğini gördük.
Kimlikler kaçınılmaz bir vakaydı. Her birinin ardında bir hakikat ve tarihsel haklılık da vardı. Hattâ rejimlerin ve muktedirlerimizin tercihleri nedeniyle çoğu derin ve köklü mağduriyetlerin öznesiydi. Karanlık sayfalarda kalmış acımasızlıkların gün yüzüne çıkarılması; gerçeklerle yüzleşmetoplumsal ve vicdani onarıma başvurulması; adil, demokratik, katılımcı, kucaklayıcı sistem dönüşümleriyle, tanıma ve yaşatma çabalarıyla kimlik sorunlarının aşılması için topyekün gayret beklenirdi.
Olmadı.
Kimi samimi çabalar sonuçsuz kaldı. Kimi, umulmadık gelişmelere kurban edildi.
Ayırdedici kimlikleri özel olarak vurgulamaya ihtiyaç hissetmeden; demokrasisi, katılımı, çoğulculuğu, adaleti, eşitlikçiliği, dayanışmacılığı, yüksek toplumsal vicdanıyla kendini var eden bir ülkenin yurttaşları olmanın gururunu taşımak, ne güzel olurdu.
Bir zamanlar AK Parti’nin şahsında toplumun küçümsenmeyecek bir bölümü, belli bir dönem için, uzun yıllardır taşıya geldiğimiz temel sorunlarımızın hiç olmazsa bazılarının demokratik ve çoğulcu bir dönüşümle aşılabileceği fikrindeydi. Muhafazakar/dindar kesim ile laiklerin,birbirlerini ötekileştirici tarihsel bakışlarını bir yana bırakıp, sorunların çözümü konusunda uzlaşmasının öneminin farkına varılmış gibiydi. Buzlar eriyor ve renklerin birbirine karışması ihtimali umut veriyordu.
Kimliklere hapsolmuş bir ülke olmaktan sıyrılmış, demokrasi ve çoğulculuğu benimsemiş, iktidar paylaşmayı zaaf gibi görmeyen, kimseyi kendine benzetme peşinde koşmayan bir Türkiye olma hayali canlanıyordu.
Ama son beş altı yıldır yaşananlar itibariyle yine olmadı ve yeniden kimlik mevzilerine doğru çekilme, bu referandum döneminde neredeyse zirveye çıktı.
Türkiye adına bir dönemin daha kaybedildiğini; ülkenin büyük etnik, dini, mezhebi, siyasi, toplumsal kümelerinin buluşma ve kaynaşma ihtimalinin başka bahara kaldığını ifade etmenin aşırı karamsarlık olduğunu söyleyenlerin de az olmayacağını tahmin etmek zor değil.
İşin kolayına kaçmadan, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin 1982 anayasasını bir kenara itip mutabakatta ısrar etmek suretiyle, son birkaç yıldır görülen sapmanın önüne geçilebilir miydi? Ayrıca siyasi özneler, kümeler, etkin bireyler bunu yeterince istiyor muydu?
Elbette kolay bir şey değildi. İç ve dış politika şartlarının yarattığı kuşatma öyle hafife alınamazdı. Yanı başımızda bizi derinden etkileyen savaş, içeride olaydan olaya sıçrayan çok aktörlü gündemler…
Lakin 15 Temmuz darbe girişimine karşı sergilenen ortak ve toplu direniş (her ne kadar CHP genel başkanının tavrı tekrartartışma konusu olmaya başladıysa da), nedense mutabakatadönüş için bir pencere olarak değerlendirilmedi.
Özetle, yine olmadı. Türkiye, ardında tarih olan birikmiş temel sorunlarını geniş bir mutabakatla çözme fırsatını, herkesin kendine göre izah ettiği sebeplerle bir kere daha kaçırdı.
Bir süredir AK Parti’nin gönlünde yatan anayasa değişikliği,tam da bu noktada, hikayesini bildiğimiz şekilde gündeme geldi. Tekrara düşmek pahasına bir kere daha hatırlamaya çalışalım.
Bu anayasa değişikliği hazırlıklarında demokratik, katılımcı, müzakereci ve çoğulcu olmayan bir metod kullanıldı.
Hazırlayanlar toplumu kucaklamayan, AK Parti ile MHP’den ibaret dar bir yelpazeyi tercih etti.
Teklifin içeriği, 1982 Anayasası’ndan demokratikleşmeyönünde kopuş ihtiyacına cevap veren; siyasal sistemimizde güçler ayrılığı, toplumsal denetim ve denge ilkelerinigeliştiren bir yönde şekillenmedi.
Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı gibi temel ilkeler, HSYK (yeni adı HSK) ve AYM seçimlerinde cumhurbaşkanına tanınan ayrıcalıklı olağanüstü yetkilerle, fiilen hiç işlemeyecek hale getirildi.
Hayal kırıklığı yaratmak pahasına, değişikliğin bütününün Türkiye’nin bugün öne çıkmış ve çözüm bekleyen hemen hiçbir temel ve acil sorunuyla (birkaç unsur hariç) doğrudan bağının kurulması yönünde bir çaba içine girilmedi.
Türkiye’nin siyasal geleneğine tamamen zıt bir yönde, tarihi meclisin siyasal ve toplumsal rolü ve faaliyetini dar bir alana hapsederek, onun adeta rastgele bir devlet kurumu ve ülke siyasetinde etkisiz bir eleman derekesine indirilmesi gibi bir yönelime girildi.
Meclisin içinden çıkan hükümetin ve başbakanın temsil ve yürütme gücü, aynı zamanda mecliste bulunan bir partinin üyesi (ve muhtemelen kısa zamanda genel başkanı da olacak olan) cumhurbaşkanına transfer edilerek, demokratik yönetim modelleri arasında kabul gören başkanlık modellerine pek de benzemeyen ölçüde olağanüstü yetkilerle güçlendirilmiş bir yürütme gücünün oluşturulması benimsendi.
Her ne kadar bu model “milli ve yerli” sıfatıyla tanımlanıp, “Türk tipi başkanlık, yani cumhurbaşkanlığı hükümet modeli” diye açımlanmaya çalışılsa da, esasen bugün büyük ölçüde muhafazakar/dindar seçmen topluluğunun gözünde “şaşmaz ve yanılmaz” lider olarak görülen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı dikkate alarak tasarlanmış bir model olarak algılandı.
Bu nedenle de, propaganda kampanyasının uzun bir bölümünde bu seçmen kitlesi “Erdoğan’dan sonra istemediğimiz biri bu yetkileri eline geçirirse ne olacak” sorusunun yarattığı kararsızlık ve kuşkuyu yaşadı.
Aralarında bulunduğum, “Hayır” diyerek baştan itibaren bu öneri karşısında duranların dile getirdiği eleştiri, endişe ve kuşkular ise farklı saiklerle epey çeşitlilik gösterdi.
16 Nisan 2017 Pazar günü siyasal tarihimize sert bir kavganın günü olarak kaydedilecek.
Kendini ertesi güne kadar taşıyabilmiş temel sorunlarımız ise,oylama sonuçlarının yarattığı haleti ruhiyeyle sarmalanmış bir şekilde, siyasal ve toplumsal yaşamımızda varlığını hissettirmeye devam edecek.
Yeniden, nereden ve nasıl başlanır; gelecek günler gösterecek.