Bir hafta yazamadım. Bayramın ikinci gününde, günün ortasında, diğer bir deyimle güpegündüz eve giren hırsızlar, evde buldukları kendilerince değerli eşyaların yanı sıra, benim bilgisayarı da alıp kayıplara karıştılar. Sadece bilgisayar değil; benim kimi zamanlar yazılarımın yedeğini aldığım flaş diskin de içinde olduğu çantayı da almışlar. Çanta, bilgisayar, saat, bir miktar para ve kimi irili ufaklı eşyalar ile birlikte, her biri 42 inç olan iki televizyonu da yerinden söküp, arabaya yükleyip olay yerinden, yani evimizin bulunduğu siteden ayrılmışlar.
Eve girdiğimizde, sağı solu dağıtıp her bir şeyi delik deşik edercesine aramaları karşısında şaşkına döndük. Bazaların altındaki bütün eşyalar yerlerinden çıkartılarak sağa sola serpiştirilmiş, koltukların altları bile yırtılarak kıymetli eşya aranmıştı. Dış kapı açılmadığından eşyalar pencereden indirilerek arabaya yüklenmiş ve bu şekilde götürülmüşlerdi.
Gördüğümüz ilk manzara karşısında şaşkınlığımızı attıktan sonra 155 polis imdadı aradım. Sağ olsunlar gecikmeden geldiler ve evin içinde özenle çalışmaya başladılar. Evde 35 adet fotoğraf çekip parmak izi aramaya başladılar. Ancak bir müddet sonra görevli bir polis memuru, “Hocam maalesef parmak izi alamıyoruz, zira hırsızlar eldiven kullanmış” dedi. Bunun üzerinde diğer görevli polis memuru şöyle devam etti, “Hocam bildiğiniz gibi değil. Emin olun bu TV programları bizim hırsızları o kadar çok eğittiler ki, artık hırsızlar işlerini mükemmel bir titizlikle yapıyor. Evet, bizler bu konularda iyi eğitildik, ancak görüyorum ki hırsızlar arkada iz bırakmamak adına ustaca çalışıyor ve kuşkusuz bu da bizim sonuç almamızı ayrıca zorlaştırıyor. Ancak bir diğer durum daha var: Biz hırsızı yakaladığımızda maalesef caydırıcı bir ceza almıyor. Sizin anlayacağınız, hırsız minimum ceza ile, kimi zaman içeride bile kalmadan soluğu dışarıda alıyor ve yine işine devam ediyor.”
Tabii karakol, emniyet ve ifadeler derken sinirlerimiz de tamamen gerildi. İlk iki gün evde gözüme uyku girmedi. Sanki hırsızlar birazdan tekrar çıkıp gelecekler diye tetikte bekliyoruz. Bu arada ben de valilik, kaymakamlık ve savcılık makamlarında bulunan tüm dost ve arkadaşlardan, özellikle bilgisayarın bulunması için ricacı oldum. Beylikdüzü İlçe Emniyet Müdürlüğü’nden Baş Komiser İsmail Şahin, polis memuru Abdullah ve diğer memur arkadaşlar, sağ olsunlar tüm imkânlarıyla seferber oldular. İki gün sonra tekrar acilen Beylikdüzü İlçe Emniyet Müdürlüğüne çağrıldık. Evimize giren hırsızlar başka bir evi soymaya çalışırken yakalanmışlardı. Bu arada hırsızlar olay günü siteden çıkarken, dış kapıda bazı komşularımız tarafından da görülmüşlerdi. Eksik olmasınlar onlar da karakola gelip görgü tanıkları olarak da hırsızları teşhis ettiler.
Gece saat 23 sıralarında Baş Komiser İsmail Şahin tekrar arayarak, “bilgisayarı bulduklarını” söyledi. Bilgisayar bulunmuştu, ancak şarj aleti yoktu. Bu satırları kaleme aldığımda, ben halen çalışıp çalışmadığını bilmiyorum. Zira uygun bir şarj aleti bulamadım. Baş Komiser “diğer eşyaları bulmak için bazı yerlere baskınlar yapacaklarını, eğer şanslı isek diğerlerinin de bulunabileceğini” söyledi.
Hırsızların yakalanmış olması bizler için sevindirici bir teselli. Şimdi artık umutla diğer eşyaların bulunmasını bekliyoruz. Bu arada birkaç gün emniyete gidip gelince, özellikle hırsızlık gibi adi suçlarla uğraşan personelin işlerinin ne kadar zor olduğuna bizzat tanıklık ettim. İstanbul gibi bir mega kentte suçlularla uğraşmak, onların kayıtlarını tutmak öyle dışarıdan bakıldığı gibi kolay bir iş değil.
Her şeye rağmen Beylikdüzü Emniyetinin iki gün içinde suçluları yakalaması büyük bir başarı. Dilerim benim bilgisayar çalışıyordur ve yazdıklarım kayıp olmamışlardır. Şimdi artık bir kulağım da Baş Komiser İsmail Şahin’den gelecek hayırlı bir haberde.
Bu arada, bu birkaç günde içinde ben bir kez daha Thomas Hobbes ve J. J. Rousseau’yu düşündüm. Rousseau, evinin önüne çit çeken ilk insanın insanlığa büyük bir zarar verdiğinden yakınırken, Hobbes, devletin olmadığı durumda medeniyetin, bilimin, sanatın ve üretimin de olmadığı, haklı ve haksızın olmadığı, herkesin herkes ile savaş hali içinde olduğunu söylüyordu. Belli ki bu tarihsel çekişmede, gönlümüz Rousseau’dan yana da olsa, aklımız Hobbes’un dikkat çektiği gerçekçiliğin göz ardı edilemeyeceğini buyuruyor. Zira devlet bir evin çatısı, kapı ve pencereleri gibi. Maalesef kapı, pencere ve çatının olmadığı her eve hırsızlar insafsızca giriyor.
Son olarak, acaba hukukçularımız suç ve ceza meselesini ele alırken, bir hırsızın bir bilgisayarı çaldığında içindeki bilgileri (fikir veya sanat eserlerini) yok etmesinin ahlaki ve cezai boyutu üzerine ne düşünüyorlar?