Ey partizan!

Partizanlığın nasıl gülünç bir şey olduğuna dair uç bir örnek hayal edelim. Hani olmaz ama bir parti lideri düşünün ki bir gün önce faize karşı sert açıklamalar yapsın, ertesi gün ise görülmemiş bir faiz uygulaması açıklısın. Bu kısa zaman içinde yaptığı iki zıt hareketle de aynı kişilerden alkış alıyor olsun. Evlerden ırak. Ne kadar fena ve utanç verici bir durum değil mi?

Siyasi bir kavram olarak partizanlık, bir partiye verili bir dava ile bağlı olan, bağlı olduğu partiyi her durumda savunmayı amaç edinen, yalnız kendi partisinden olanlara hak tanıyan ve çıkar sağlayan kişileri tanımlamak için kullanılır. Bu durumun bir diğer adı da siyasi taassup yani siyasi bağnazlıktır. Daha basit ifadeyle futbol takımı tutar gibi parti tutmaktır.

Partizanlık eğiliminde olanların kutsal bir partisi ve lanetli ötekileri vardır. Bu lanetlilerle mücadeleyi zafere götürecek  yolda her şey mubahtır. Dolayısıyla parti ve parti çevrelerinin çıkarları odağında hareket edilirken herhangi bir hak, hukuk, ilke ve etik değer gözetmek çok da önemli değildir.

Partizanlık her ne kadar vatan ve millet sevdası ile meşrulaştırılmaya çalışılsa da aslında bu değerleri istismar eden, topluma kökten zarar veren, siyasi hareketin kendisini de içten içe çürüten bir pratiktir.

Partizanlık gönüllü olabildiği gibi bazen de tercihan hayata geçer. Gönüllü olanın temelinde genellikle cehalet yatar. Olay ve olgulara anlam verememek kişiyi önüne paket olarak gelen deli saçması argüman ve teorilere tâbi olmaya itebilir. Tercihan olan partizanlığın temelinde ise korku vardır. Parti ile ayrı düşüldüğünde başa gelecek zorluklar, parti çevrelerinden dışlanma ve maddi-manevi çıkarlardan mahrum olma gibi korkularla partizanlık bir tercih olabilir. Fakat sonuç olarak partizanlığın her türü müthiş bir konfor alanı sunar. Kendi mahalle sınırları içerisinde özgüvenle birbirini tasdikleyen ve gaza getiren kimseler, hayali veya hakiki düşmanlar karşısında savaşan iyilerden olma hissi ile rahatlar.

Siyasi ve sosyal hayata partizanlık hâkim olduğunda gerçeğin yerini algı alır. Akıl ve mantık devre dışı kalırken güneş balçıkla sıvanır ve gerçekler sumen altı edilir. Söylenenler, onu söyleyen kişiye göre; olaylar, gerçekleşen şey üzerinden değil özneler göz önünde bulundurularak değerlendirilir. Bir yanlıştaki özne, eğer desteklenen parti çevresinden biri ise o yanlışta bir hikmet aranır, çünkü partinin “illa bir bildiği vardır”. O da olmadıysa çeşitli “ama”lar ile gerçek örtülür. Hepten savunulamayacak bir şey ise de gerçek sükût suikastına kurban edilir. Oysa aynı yanlışa bir başka parti düştüğünde ortalık ayağa kalkar. Taraf olunan parti liderinin okuduğu bir metin partizanlarca takdir edilirken, aynı metni bir başkası okuduğunda linç edilmesi söz konusu olabilir. Özetle herkese eşit olarak tanınması gereken hak ve alan sadece parti çıkarları çerçevesinde dağıtılır hale gelir.

Bu durum bireyler için ilkesiz ve sanal bir ortamda yaşama sonucunu getirdiği gibi siyasetçi için de sanal bir gerçeklik yaratır. Siyasetçi gerçekten kopuk bir şekilde oluşan sanal ortamda siyaset yapıyormuş gibi yapar. Nihayet ilkeleri, politikası ve başarıları takdir edilen değil, partizanı daha çok olan ve algı yönetmeyi başaran parti, artık sadece ismi “demokrasi” olan oyunu kazanır. Kitlesini ikna ettiği müddetçe her türlü yanlışı yapmak bir sorun olmaktan çıkar. Böylelikle yanlış sürdürülebilir hale gelir.

Partizanlığın revaç bulduğu toplumlarda siyasetçiler, sattığı mesajı desteklemeyen gerçekleri ve bakış açılarını kamuoyuna unutturmak için çabalar. Liderler bilgi ve mantıklı kanıtlara ihtiyaç duymaksızın korku, öfke, heyecan ve gurur gibi hisleri kışkırtarak kitlesindeki partizanlığı korumaya çabalar.

Türkiye siyasi tarihi, hiçbir siyasetçiye algıyı teslim etmemeyi, bir siyasetçiye ölümüne sevdalanmamayı veya sonsuz nefret etmemeyi öğretmeye yetecek örneklerle doludur. Siyasi geçmişimizde halkı kandıran siyasetçiler olduğu gibi sıklıkla kandırılan ve bunu itiraf da etmiş olanlar da olmuştur. Oysa devlet ve millet gibi devasa örgütlenmelerde kandırılmak ancak partizanlığın toplumu ele geçirmesiyle mümkündür.

Partizanların bir ortak özelliği de partizan olduklarını asla kabul etmemeleridir. Bunu ortaya çıkarmanın yolu ise iki basit sorgulama ile olabilir:

1. Aidiyet duyulan partinin yakın zamana ait en az üç hatasını sayabilmek.

2. Muhalefet edilen partilerin yakın zamana ait en az 3 doğrusunu sayabilmek.

Bu ikisinde zorlanan kişi, her ne kadar inkâr etse veya farkında olmasa da partizanlıktan nasibini almıştır. Şöyle ki hangi parti olursa olsun tüm partiler, hatasızlıktan muaf olmadığı gibi doğruluktan da tamamen soyutlanmış değildir. Bunun aksini iddia etmek ise yine ancak partizanlıkla mümkündür.

Oysa sahici seçmen denetimi ve tepkileri, demokrasinin emniyet supabı konumundadır. Sağlıklı işleyen demokrasilerde oy vermek, koşulsuz tâbi olmak yerine şartlı bir destektir. Seçmen için sorumluluk, mührü bastığı anda başlar ve bir sonraki seçime kadar devam eder. Kişi, millet adına devlet erklerini kullanma yetkisini kime teslim etmişse öncelikle o partiden sorumludur.

Unutmamalı ki hiçbir iktidar halka rağmen yanlışta ısrarcı olamaz. Eğer oluyorsa güvendiği şey, partizanlardan başka kimseler değildir.

Partizanlığın nasıl gülünç bir şey olduğuna dair uç bir örnek hayal edelim. Hani olmaz ama bir parti lideri düşünün ki bir gün önce faize karşı sert açıklamalar yapsın, ertesi gün ise görülmemiş bir faiz uygulaması açıklısın. Bu kısa zaman içinde yaptığı iki zıt hareketle de aynı kişilerden alkış alıyor olsun. Evlerden ırak. Ne kadar fena ve utanç verici bir durum değil mi?

Bir parti için böylesine kemikleşmiş partizan bir tabandan daha büyük bir düşman olmadığı gibi böyle bir partizanlık da bir ülke için en az terör kadar tehlikelidir.

- Advertisment -