Çok sonraları kendi benzer davranışlarımı da fark ettikçe anlamlandırabildiğim; yaşadığımdaysa içimde şiddetli haksızlık duygusu yaratmış bir çocukluk anım vardır.
Mahalle aralarında futbol oynandığı yıllardı. Sanırım ilk okula yeni başlamıştım. Her mahallede olduğu gibi Ankara’nın Bahçelievler’inde de, aralarında üç dört yaş fark olan çocukların birbirleri üzerinde hiyerarşi kurabildikleri kümeleşmeler vardı. Bir pazar günü, babam bahçede gazetesini okurken, “abi” dediğimiz büyükler, topumu alıp gelmemi istemişler, aralarında karşılıklı penaltı atışları yapmaya başlamışlardı. Asıl olarak kendileri oynuyorlar; arada sırada benim de kale olarak kabul ettiğimiz iki ağacın arasına geçmemi istiyorlar ve çok kolay yakalayabileceğim atışlar yapıp ben topu tutunca alkışlıyorlardı. “Abilerin” bir kısmı da yakaladığım atışlardan sonra “şike, şike” diye gülüşüp bağrışıyorlardı. İlk defa duyduğum bu kelimeyi başarımın teyidi sanmıştım; “bravo” gibi bir şey…
Bu şamata babamın da bakışları altında bir süre devam etti. Derken babam oyunu bırakıp eve gelmem için seslendi. Babamın komutları, direnilmesi, tartışılması, geciktirilmesi akla dahi getirilemeyecek bir kudreti temsil ettiği için elbette topumu aldım ve eve girdim. Ardından babam geldi ve üst üste sağlam birkaç tokat atıp, mahallenin büyükleriyle top oynamamı yasakladığını, bir daha görürse topu da yırtıp atacağını söyledi. Hiç ama hiçbir şey anlamadım. Ataerkilliğin doruklarında yaşayan bir babaya soramadığım o koca soru içimde şişti kaldı: Neden?
Geride kalan sadece cevabı bilinmeyen bir soru değil tabii; hayal kırıklığı, güvensizlik, kızgınlık hatta nedeni belirsiz bir suçluluk duygusu… Üstelik o kadar da başarılı bir kalecilikten sonra!
Sonraları, yolda yürürken elinden kurtulup yere düşen, canı yanıp ağlamaya başlayan çocuğunu öfkeyle kaldırıp “dikkatli olmadığı için” tokatlayan anneleri gördükçe; kocasından şiddet gören kadınlara, “erkek seçmeyi bilmediği” için kızanlara rastladıkça; erkek şiddetinden yakınan feministlere “o erkeği de bir kadının yetiştirdiğini” söyleyerek o şiddetten de yine bir kadını sorumlu tutmayı marifet sayanlarla karşılaştıkça; “bu yaşta bisiklete binersen kolunu kırarsın elbette” lerden “bu şortla dolaşırsan tacize uğrarsın tabii” lere, sayısız versiyonlarını gözledikçe, bu davranışın hayatımızda ne kadar yaygın olduğunu fark ettim.
Zarar gören, canı yanan, mağdur olanı, oluşan bu sonuçtan sorumlu tutan bir refleks bu. Genellikle ilk tepki olarak çıkabiliyor ve ancak düşünce akışı ilerledikçe, mağduriyet durumunu da önemseyen; eğer varsa faili de kınayan, yapılanı kabul edilemez bulan sözlere sıra geliyor. Çocuğun düşmesi, yaşlının bisiklet kazası gibi “failsiz” mağduriyetlerde, sonucun yükü faille de paylaştırılamıyor üstünde bırakılıyor…
Olaylarda sebep sonuç ilişkisi kurmanın en şefkatsiz yolu dersek buna, yanlış olur mu? Gördüğü zarar karşısında mağdur için üzüntü duyma; onu kollama, acısını yatıştırma isteğinin ağır bastığı bir ruh haliyle bu tepkiyi bağdaştırmak çok zor çünkü. Olay bizde kızgınlık yaratıyor. Rahatsız edici, başa gelmesi istenmeyen, onaylayamadığımız bir durum var ortada. Fakat bu kızgınlığı ya da içimizi daraltan sıkıntıyı, şefkat göstermemiz gereken mağdura yöneltiyoruz.
Her zaman böyle yapmıyoruz tabii. Demek ki, bu şefkatsiz mekanizma belli koşullarda işliyor. Akla ilk gelen, “acaba olayın bizde harekete geçirdiği kötü duyguları asıl faile yöneltmemizi engelleyen bilinçdışı barikatlar olduğunda mı böyle davranıyoruz” sorusu. İki tür engel olabilir: birincisi, asıl faile yönelmenin beyhudeliği, etkisizliği duygusudur. İkincisi, faile yönelmenin bizi rahatsız eden duyguyu da aşacak büyüklükte bir travmatik maliyet yaratacağı endişesidir. Bunlar zihnimizde, soğukkanlı hesaplardan çok karanlık bölgelerin kendiliğinden işleyen mekanizmalarının konusudur.
Başta anlattığım olayda babamın duygusal mekanizmasını çözdüğümü sanıyorum. Topu için istismar edildiğini gördüğü çocuğunun düştüğü durumu aşağılayıcı buldu. Çocuğunun farkında olmadığı bu mağduriyetle özdeşleşti ve öfkelendi. Zaten çok kolay ve şiddetli öfkelenen bir mizacı vardı. Faillerle topluca açıktan çatışabilirdi ama bunu da utanç verici buldu. Bir bakıma kolayına kaçtı; hıncını özdeşleştiği oğlunu cezalandırarak aldı.
Babamı faillerle çatışmaktan alıkoyan duygu beyhudelik, etkisizlik, sonuçsuzluk değildi. Failleri durdurabilir, öfkesini onlara yöneltebilir, mağduriyet olarak algıladığı duruma son verebilirdi. Bu tercihin duygusal sonuçlarını sevmedi. “Koca adamın”, incir çekirdeğini doldurması şüpheli bir sebeple mahallenin çocuklarını azarlayıp, oyunlarını bozan birisi olarak komşuların diline düşmesi ihtimali, meseleyi evin içinde halletmekten daha maliyetli geldi. Muhtemelen babamın bu anlattığım düşüncelerden haberi bile olmadı. Bilinçaltı bugünler içindi…
İnsanın iç dünyasında gezinmeye çalışırken, sözün dolanıp siyasete gelmesi doğrusu bende iyi duygu yaratmıyor. Siz de sevmiyorsanız bu “kıssadan hisse” çalımlarını, yazıyı burada bırakmanızı tavsiye ederim…
Siyasete iliştireceğim kısmı şu: İktidarın son tasarruflarından birisi üç milletvekilinin milletvekilliklerinin düşürülüp, cezaevine gönderilmesi oldu. Açıktan otoriter, faşizan bir tutumdu bu. Faili ortada duruyor. Mağdur da belli.
Daha o günün sabahında televizyon ekranlarında; önceleri hukukçu uzman olarak boy göstermiş ama artık her konuda fikirlerini sunmaya hazır ve bütün vücuduyla konuşmaya başladığında hiç dinmeyeceğini düşündürten bir heyecanla sonsuza kadar susmayacak endişesi yaratan bir hocamızın, “zamanında düşünecektin; kusura bakma dokunulmazlıkları kaldırdıktan sonra hukuka aykırılık feryatları atmaya hakkın yok” diye başlayan konuşmasının tamamını CHP’ye yüklenmeye ayırdığına tanık oldum.
Sosyal medyada da ağırlıklı olarak kendilerini sol-sosyalist sıfatlarla tanımlayanların benzer kızgın mesajları paylaştıkları görüldü.
İktidarda otoriterlik vitesi yükseldikçe, muhalif öfkenin CHP’ye yönelişinde de bir tırmanış var sanki.
Siyasal süreçlerin ve algıların dinamikleri daha karmaşık şüphesiz. Ama ortaya çıkan otoriter uygulamaların nedenini muhalefetin hatalarına bağlayarak bunu kızgın bir söyleme dönüştüren tavrın, siyasal akılla da bağdaşmadığını; demokrasi mücadelesi açısından işlevsel olmadığını düşünüyorum.
Burada kastettiğim dil, yapılmış bir hatanın tekrarını engellemeye, iş birliğinin önünü açmaya değil, CHP’yi aşağılayarak tatmin bulmaya, onu etkilemeye çalışmanın beyhudeliğini kanıtlamaya yönelen dildir. Pesimist, sekter ve içinde geçerli öneri barındırmayan, öfke boşalması görüntüsü veren üslupla, konuya yönelik olgun, yapıcı eleştirileri ayırmak gerekir.
Kıssadan hisse şu ki…
Faile gücü yetmedikçe mağdura yüklenen ham öfkeden, siyasal aklı korumakta fayda var.