Falih Rıfkı’nın Pazar Konuşmaları’nı (Pozitif Yayınları) okuyorum. Ne çok şey düşünmeme neden oluyor. Tuhaf şekilde kendi hatıralarıma da sık sık gitme ihtiyacı duyuyorum. Sebebini birazdan anlatırım ama önce biraz kitaptan bahsetmeliyim.
Pazar Konuşmaları, benim çok sevdiğim bir kitap oldu hep. Çankaya’nın fazlaca öne çıkması, Falih Rıfkı’nın diğer kitaplarının talihsizliğidir biraz da. Oysa, az bilinen, küçüklü büyüklü çok kitabı vardır ve Pazar Konuşmaları, denebilir ki az bilinenler arasında bile az bilinen kitaplarındandır.
Onun gibi söylemek gerekirse, bizim memlekette Pazar günleri pek bir hafife alınmıştır her zaman. Siyaset konuşup iktidara ya da muhalefete “verip veriştirmedikçe” yazdıklarınızın kıymeti yok sanılır. (O olsa bunu dedikten sonra mutlaka ama mutlaka İngiltere’de ya da İsviçre’de insanların en az siyasi yazıyı Pazar günleri okumalarına rağmen en çok bugünlerde siyaset konuştuklarını vs. yazar, dünyanın dört bucağından örnekler getirir ve yazısına siyasi bir içerik katmaktan geri duramazdı.)
O nedenle, adının “Pazar konuşmaları” oluşuna bakmayın, belki diğer kitaplarından çok daha sert siyaset vardır bu kitapta. Aslında Pazar yazılarıdır ve yazıların tarihlerine bakıldığında, Falih Rıfkı’nın “güçten düşüp” kenara çekilmek durumunda kaldığı, Demokrat Parti’nin esip geçtiği, her şeyi yeniden belirlediği zamanlara denk geldiği görülür.
Falih Rıfkı’nın, Pazar günleri gibi hayatın biraz dışındaki zamanlarında yazıldığı için -ve de iktidardan uzaklığı nedeniyle- hayli politiktir. Sert bir muhaliflik içerir. Bir keresinde Bayar’la ilgili yazdıkları nedeniyle iktidar, yazılarına son verilmesi şartı koşunca gazetesine, “Pazar günleri de mi yazamayacağız” yollu bir serzenişte bulunur. Pazar gününün rahatlığına sığınan ağır yazılardır bunlar.
Kitap için 1965’te yazdığı Önsöz’de (yazılarsa daha eskidir; 1941-1951 arasıdır) dostlarının önerilerini kıramayarak, Ulus, Cumhuriyet, Yeni İstanbul ve Dünya gibi gazetelerde bu başlıkla yazdığı yazıları toplama kararını ve nedenini şöyle açıklar: “Dosyalarıma ayırdıklarımı gözden geçirince, okur ve dostlarımın isteklerini yerine getirmenin pek de faydasız olmayacağına ben de inandım. Konuşmalarda demokrasiye hazırlanma, demokrasiyi kurma, demokrasiyi soysuzlaştırma ve ihtilale doğru sürükleme devirlerinin bütün havası var.” (s.5).
Anlaşılabileceği gibi kitapta, Falih Rıfkı’nın diğer kitaplarında olduğu gibi çok tartışılabilecek, çok kızılabilecek epeyce yer var. Fakat aynı zamanda -yine diğer kitaplarında olduğu gibi- güçlü bir kalemin, içinde kendi hayata geçme enerjisini barındırdığı hissi veren Türkçesi, hayli ilginç görüşleri ve oldukça geniş bir kültürden beslenen geniş bakışı da var. Kimi zaman kendini siyasetten sıyırıp gerçek anlamda yazdığı Pazar neşesine uygun yazılar da. Hele Fıstık Altı diye demokrasi tartışması yaptığı bir yazı var ki gerçekten son derece ilginç ve önemli (ayrı bir yazıyı hak ediyor).
Onu okurken neden hatıralarıma gittiğim konusuna gelecek olursak. Falih Rıfkı kitabın bir yerinde, Tanin’de henüz 19 yaşında çalışırken “zamane valiahdı”nın bir tren yolculuğuna eşlik ettiğinde yaşadıklarını anlatır. Tanin adına ordadır ve izzet ikramın bolca yapıldığı bu yolculukta veliahd bir ara kendisini yanına çağırarak birden bire bir takım gazeteci ve devrin ileri gelen isimlerinden bahseder, hangisini sevip hangisini hiç beğenmediğini söylemek ister. Sonrasında bu söylediklerinin yayınlanmasını istirham eder: “Ve mülakatın Tanin’de neşrini isteyerek ayağa kalktı, izin verdi, birinci, ikinci, üçüncü temennadan sonra -ve gene memurun tembihi üzere- kapıya gelmeden arkamı çevirmeyerek dışarı çıktım.” (s.147).
Veliahd bir manipülasyon peşindedir aslında ve bu genç muhabiri kullanarak İttihat ve Terakki üzerinden mesaj verme kaygısı içindedir: “Meğer bu veliahdın beni çağırışı, Nazım ve Kamil Paşalara sövüşü, İsmail Hakkı Bey’e acıyışı, bütün o sözler, Tanin sütunlarında İttihat ve Terakki’ye riyakârlık içinmiş.” (s.147).
Falih Rıfkı, bu olayla ilgili, “Gerçi bir mülakat yazdım, fakat tamamıyla sual ve cevabı kendim tertip ettim” diye yazmış.
Kitabın önemine gölge düşürmeyeceksem eğer burada bir es verip hatıramı anlatayım. Ve müsaadenizle isim vermeksizin, yeri, zamanı ve kişileri belirsiz tutayım.
Vaktiyle, ülkemiz için her geçen gün önemi artan bir bakanlıkta çalışıyordum. Bulunduğumuz katta Bakan’ın genç ve gelecek vadeden bir danışmanının ofisi vardı. Bu kişi, uluslararası ilişkiler kökenli olduğu için ve bizim işler de daha çok Avrupa Birliği başlığında toplandığından -ki bu işler yeni yeni gündeme geliyordu ve ben Falih Rıfkı’nın Tanin’deki yaşlarına yakındım- bizim daireden de sorumlu gibi bir hali vardı ya da böyle bir hava vermeyi severdi, diyelim. Zamanla birlikte çeşitli işler yapmaya başladık ve giderek ayrı bir arkadaşlığımız da oluşmaya başladı (Bir samimiyet göstergesi olarak bir ara memlekette bir köyü olduğunu söylemişti de ilk kez içindeki her şeyiyle köyü olan birini yakından görme fırsatını bu sayede yakalamıştım!) Benden sık sık notlar hazırlamamı istiyor, Bakan’a arz ettiğini, Bakan’ın çok beğendiğini vs. söylüyor, parlak gelecek hayalleri kuruyor, içine beni de katıyor ve ilginç şekilde odasını öyle bir hale getirtiyordu ki her yerinden bakan danışmanı olduğu bağırarak kendini belli etsin istiyordu. Kötü olansa, bunu başarıyordu!
Günlerden bir gün beni yine bir rica için odasına çağırdı. Bu kez bir derginin Bakanla röportaj yapmak istediğini ve konu başlıklarının da polislerle ilgili yeni düzenlemeler, tartışmalar ve iç güvenlik meseleleri olduğunu söyleyip bunu benim yapmamı istediğini iletti. İlk anladığım şey, her zaman olduğu gibi bazı notlar hazırlayacağım ve en fazla önceden iletilen sorulara cevaplar oluşturup Bakan’a iletmek gibi bir şey yapacağımdı. “Tabii olur,” dedim çok düşünmeden. Koskoca Bakan kendi cevaplarını hazırlayacak değildi ya!
Fakat danışman konuyu kapatamıyordu. “Tam olarak öyle değil” dedi. “Nasıl yani?” diye sordum gayri ihtiyari. “Bakan olmayacak” dedi. Gençlik işte, “Nasıl yanı Bakan olmayacak” yollu sorup duruyordum. “Bakan Bey adına biz yapacağız röportajı” dedi sonra. Anlamış gibi yapmaya çalıştım. “Peki ama söylediklerimizden hoşlanmazsa ne yapacağız?” gibi bir şey sordum. “Hoşlanır merak etme, bu işi bana bırak sen, hem sözlü değil yazılı yapacağız” diyerek rahatlattı neyse ki. Öncesinde okutacağını ve onayını alacağını bile söyleme gereği duymadı.
Bu garip danışmanın pek çok garipliğine alıştığım için çok da sorun etmemeye hazırlanıyordum ki konunun onun tarafında henüz bitmediğini fark ettim. Hâlâ bana bir şeyler anlatmak isteyen ama rahat söyleyemeyen bir hali vardı. “Bir sorun mu var?” diye sordum bunun üzerine. “Hayır, sorun değil de” dedi, “Gazeteciler de olmayacak işin içinde” (Dergi var mı pe ki desem güzel olurdu!)
Gerçekten tam anlayamamıştım. Olmayan gazeteciler olmayan bakanla çok da gündemde olmayan önemli bazı başlıklarda ne konuşacaklardı diye düşündüm (biraz da böyle şeyleri hemen anlayamadığım için pazarları yazmayı tercih ediyorum!). “Şöyle” diyerek izah etti tam bir danışman gibi (ilk tanıştığım danışman profili böyle olmasaydı keşke diye çok düşünmüşümdür!).
Bir gazeteci gibi soruları ben soracak sonra bakan koltuğuna geçip ben cevaplayacaktım. Ve de bütün bunları inandırıcı yapacak, tartışma açacak ve işleri biraz da kızıştıracaktım (bunun gazetecilikte tam bir adı var mıdır acaba?).
Ve yaptım.
Günler sonra danışman elinde dergiyle koşarak geldi. “Gördün mü” dedi, “röportajımız çıkmış”!. “Bakanın haberi var mı?” dedim, “Var var” dedi, “Merak etme okuyacak”.
Gerçekten de harfi harfine yazdığım gibiydi. Dergi, Türkiye genelinde çok fazla bilinmese de Ankara’da siyasetçilerin konuşmayı sevdikleri bir yayındı her nedense ve belirli bir etki alanına da sahipti.
Bunları yazınca dergi hâlâ yayında mı bir bakayım dedim. Evet, eskisinden daha güçlü bir haliyle çıktı sitesi karşıma ve yine bizim bakanlığa dair kocaman bir röportajla. Bu kez kim yaptı bu röportajı diye merak ettim doğrusu. Bakan yerine kim, gazeteci yerine kim konuştu (pardon yazdı!) ve halk yerine de kim okuyacak acaba diye merak etmeden edemedim!