Toplum içinde “irtibatları ve iltisakları” bulunan bir suç örgütünü açığa çıkarıp mahkûm etmenin birinci kuralı, önceliği “irtibatlara ve iltisaklara” değil, teşkilat yapısına ve başta liderlik olmak üzere kadrolara vermektir.
Bu yöntemi tercih ederseniz, bir yola girersiniz ve o yolun sonundaki teşkilata ulaşmaya gayret edersiniz. Fakat öyle yapmaz da maksimalist ölçülerle hareket ederseniz, o yoldan saparsınız, sonra bir daha bir daha saparsınız ve sonunda kendinizi bir labirentin içinde bulursunuz.
Yolun sonundaki suç örgütünün istediği şey de zaten tamı tamına budur. Öyle olduğu içindir ki, örgüt buna sevinmekle kalmaz, peşine düşen yargı mekanizmasını yan yollara saptırmak için muhtelif “yem”ler hazırlar ve bunları soruşturma makamlarının önüne atar.
Başbakan Binali Yıldırım’ın dün (4 Ekim) 2017-2019 dönemini kapsayan orta vadeli ekonomi programını açıklarken sarf ettiği sözler, siyasetin bu tuzağın farkında olduğunu gösteriyor:
“Yargılama süreleri kısaltılmalıdır. 15 Temmuz darbecilerinden başlatıyoruz. FETÖ'ye bulaşmış binlerce kişi var ama hepsi darbeye karışmış değil. Darbeciler davaları uzatmak için başkalarının isimlerini veriyorlar, işi sulandırmaya çalışıyorlar, darbecilerin yargılanması süratle yapılacak.”
Labirent oluşturmada medyanın rolü
Soruşturmayı yan yollara sokup bir labirent oluşturmak ve böylece davayı uzatıp sulandırmak, medya olmaksızın yapılabilecek bir şey değil. Ne yazık ki, her ilginç enformasyonu haber sayıp önüne arkasına bakmadan haberleştiren gazetecilik geleneğimiz, büyük davaları sulandırmak isteyenlere her zaman çok yardımcı oldu; hem de bu davaları savunduğunu zannederken…
Susurluk’ta öyle olmuştu, Ergenekon’da öyle olmuştu, şimdi de öyle oluyor. Bütün enerjilerini “FETÖ’yle mücadele”ye ayırmış görünen gazetelerde, televizyonlarda yayımlanan yüzlerce “özel haber”in çoğu, soruşturmayı “yan yollara” sokma konusunda emsalsiz bir hizmet görüyorlar.
Böyle haberlerin ne kadar işlevsel olduğunu, soruşturmaya muhatap olanların bilmemesi imkânsız. Bu durumda, bu türden haberlerin hiç değilse bir bölümünün, Başbakan Binali Yıldırım’ın uyardığı gibi bizzat onların akıllarından türediğini düşünmek mantıksız değil.
Durum böyleyse, her “itirafçı”nın “bomba itiraf”ını bir koşu haberleştirmek ne kadar doğru?
Enformasyon yağmuruyla kamuoyunun zihninde labirentler yaratmak…
Mesele sadece sorgu süreçlerini bir labirente dönüştürmek ve bu yolla asıl hedeften uzaklaşmak değil…
Hiçbir ayıklama yapmaksızın, önemliyi önemsizden ayırmaksızın her ilginç enformasyonu haberleştirmek ve okurları adeta bir enformasyon yağmuru altında ıslatmak kamuoyu zihninde de labirentlere yol açıyor ve toplum zamanla “bu mesele çok karışık” noktasına varıp meseleden kopuyor.
Bu çerçevede, “Mevcut haliyle basındaki FETÖ soruşturmaları haberleri kamuoyunun konuya ilgisini artırıyor mu” sorusu size ilk anda tuhaf gelebilir ama… "Yağmur halinde enformasyon"un, ona maruz kalanlarda "duyarlılık"tan çok "konudan kaçma"ya yol açtığına ilişkin onca araştırma ortada dururken, bu soruyu sormak gayet yerinde…
Bu meseleyi Susurluk ve Ergenekon soruşturmalarının “labirent” biçimini almalarından sonra birçok yazımda ele almıştım… Yazının bundan sonrasında, “enformasyon yağmuru”nun bu negatif etkisini Susurluk ve Ergenekon örnekleri üzerinden ve o yazılardan geniş alıntılarla anlatacağım… Bakalım “FETÖ soruşturmaları”nın da benzer bir akıbete uğramakta olduğu konusunda sizi ikna edebilecek miyim…
‘Pasifliğe sürükleyen ziyade enformasyon’
İletişim kuramcısı Neil Postman, "Televizyon: Öldüren Eğlence" adlı kitabında, "gelecek tasarımları" karamsar olan iki düşünür-romancıyı (Orwell ve Huxley) karşılaştırır ve günümüz dünyasının Orwell'i değil, Huxley'i haklı çıkardığını söyler…
Neydi iki romancı arasındaki temel fark? Orwell, gelecekte toplumların "yasaklar ve enformasyonsuz bırakma" marifetiyle denetim altında tutulacağına inanıyordu… Huxley ise "Bizi pasifliğe sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlar"dan korkuyordu.
Postman, şöyle özetler durumu: "Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu…"
Televizyona bağlanan umutlar
Televizyonun toplum hayatına girdiği ilk yıllarda ona bağlanan ümitlerle, bu kitle iletişim aracının günümüzde başarabildiklerini kıyaslamak, Postman'ın tespitinin ne kadar haklı olduğunu göstermeye yetebilir…
Şöyle düşünülüyordu başlangıçta: Artık televizyon sayesinde dünyanın en uzak yörelerinde gerçekleşen haksız uygulamalar bile tek tek odalarımıza taşınacak, böylece oluşacak uluslararası kamuoyu tepkisi sayesinde bu tür haksızlıkları gerçekleştirenler eskisi gibi rahat hareket edemeyecekler…
Bu iyimser yaklaşım, yağmur halinde gelen enformasyonla ona maruz kalan insan arasındaki ilişkinin doğasından bîhaber olmaktan kaynaklanıyordu…
Ortaya çıkması zaman gerektiren ve ancak 1990'larden itibaren teorileştirilebilen bu "doğa", başlangıçta düşünülenin tam tersi bir tarzda işliyordu… Buna göre, ne kadar acı ve ne kadar önemli olursa olsun, insanlar tekrar tekrar izledikleri olaylar karşısında bir süre sonra "sıkılmaya" başlıyorlar, o olaya karşı ilgilerini yavaş yavaş kaybediyorlardı… Sözünü ettiğimiz olay hele bir de anlaşılması ve izlemesi zor, çaba isteyen bir şeyse, kopuş daha da hızlı gerçekleşiyordu…
Susurluk’taki haber bombardımanı
1996 Kasım'ında Susurluk'taki kazayla birlikte ortaya çıkan "hesap sorma ve arınma" talebinin bir süre sonra tavsamasının nedenlerinden biri de buydu kuşkusuz. Öylesine yoğun bir haber bombardımanı altında kalmıştı ki okur, bir süre sonra yavaş yavaş ilgisini kaybetmeye başladı. Üstelik konu karmaşıktı, izlemek için çaba sarf etmek gerekiyordu ve gene üstelik, "tepe"de meselenin üstüne gitme yönünde samimi bir çaba gözlenmiyordu… Sonrasını biliyorsunuz: Okurların, gazetelerde bu tür haberler gördükçe sayfaları çevirmeleri bir oluyordu…
Susurluk konusunda bir-bir buçuk yıl boyunca gazetelere yağan (ve rekabet nedeniyle gazetelerin bunların tamamını kullandığı) doğru-yanlış haberleri düşünürsek, bu haberleri gazetelere pompalayan odakların, "yağmur halinde gelen enformasyon" karşısında insanların nasıl bir tepki gösterdiğini bildiklerini bile varsayabiliriz…
Ergenekon’da da aynı süreç yaşandı
2008’de başlayan Ergenekon süreci, tıpkı bugünkü FETÖ soruşturmalarına benzer biçimde yan yollara sapıp dallanıp budaklandıkça, kamuoyunun zihninde de labirentler oluşmaya başladı ve zaman içinde bu kargaşanın içinden çıkamayacağını düşünen okurlar konudan koptular. 2012’de kaleme aldığım bir yazıda bu sürecin nasıl işlediğini Susurluk örneğinin de yardımıyla anlattıktan sonra, lafı böyle durumlarda gazeteci sorumluluğuna getirip şöyle demiştim:
“Aslında bu mesele bir yanıyla, çok uzun bir süreye yayılan ve çok yoğun enformasyon içeren haberlerde gazetecilere düşen sorumluluk konusuna bağlanıyor… Gazeteciler, böyle durumlarda okur ve izleyici psikolojisini de hesaba katarak mesleklerinin bir gereği olan ‘önemliyi önemsizden ayırma-ayıklama’ fonksiyonu üzerinde önemle durmalı ve bu sorumluluklarını yerine getirmelidirler.”
Ne var ki öncesinde Susurluk davası gibi bir örneğin yaşanmış olmasına rağmen, gazeteciler beş yıldır süren Ergenekon davalarında da bu görevlerini hakkıyla yerine getirmediler. Ciddi, temellendirilmiş iddiaların yanı sıra sansasyonel iddiaları da “değerlendirerek” hem “enformasyon yağmuru”nun dozunu artırdılar hem de davaları itibarsızlaştırmak isteyenlerin ellerine önemli kozlar verdiler.
Şimdi, Susurluk’un üzerine Ergenekon örneği de eklendi ama hâlâ bir ders çıkarılmış gibi görünmüyor. Tıpkı o soruşturmalarda olduğu gibi, “FETÖ soruşturması” da hem yargı sürecinde hem de kamuoyunun zihninde hızla bir labirente dönüşüyor.