Rahat yazan, rahat okunan yazarlarda çoğu zaman derine inemeyip yüzeyde fazlaca gezinmekten kaynaklanan kaymalar olur. Sürtünme çok azdır ve pürüzsüzlük duygusu yaratır ama bu, başına buyruk bir serbest gezinme halidir ve zihnin ihtiyacı olan düşünsel hareketi sağlamakta yetersizdir. Yaşanan bu kaymalar artarsa savrulmalara da dönebilir. Konudan konuya, olaydan olaya atlayan ve çok yazmak zorunda olan yazarların temel sorunudur bu. Her şeyden biraz bahseden ama aslında hiçbir şeyin içine tam anlamıyla nüfuz edemeyen yavan yazılardır bunlar. “Yavan” da doğru kavram değil belki de, daha ziyade içinde ne olduğunun tam tadına varılamayan demek daha yerinde olur.
Bu yazıları okudukça zihniniz canlanmadığı gibi bir türlü aradığını bulamamanın verdiği bir sıkkınlık ve boş yorulma hali ruhunuzu sarar. Elinizdeki kitabı hemen kapatmazsanız bunu bir iç bulantısı da takip edebilir. Yok eğer ısrarcıysanız, ne kadar okursanız okuyun tatmin olmayan bir açlık hissetmeniz kaçınılmazdır. Okuduklarınız, sizi güçlendirmez, hayat karşısında daha dirençli hissetmenizi sağlamaz, insanları daha çok sevdirmez ve karmaşanın içinden aydınlık bir yol bulmanızda pek bir katkı sağlamaz. Oysa ne okursak okuyalım içinde gerçek anlamda düşünülmüş bir şeyler yoksa yan etkisi kaçınılmazdır. Ve kitapların yan etkisi hiçbir zaman önceden bir yerlerde yazmaz. Her insanda farklı sonuçları vardır ve tam da bu yüzden onları “doktor tavsiyesi” olmaksızın okumalıdır.
Şimdilerde bu anlattığım durumun bir istisnasıyla, farklı bir örneğiyle karşılaştım Vala Nurettin’in (namı diğer Vâ-Nû), Fikir ve Sanat Âlemimize Bu Hürriyet Kâfi Değildir kitabını okuyunca. Can Yayınları’nın İzler dizisinden -Tuncay Birkan’ın yine çok doğru işlerinden- çıkan kitap Vâ-Nû’nun gazetelerde yazdığı fıkraların derlemesi. Bu ismi bilenler biliyor elbette, eski kuşaklar şu ya da bu şekilde aşinalar bu isme ama bizim ve bizden sonraki kuşaklar için aynı şeyi söylemek zor. Oysa yazıları ne kadar da taze! Ben onun farkını biraz da -hatta epeyce- tercüme yapmış olmasında arıyorum. Uzun süre tercüme yapanların kalemine sinen hafiflik, duruluk ve kendini kolay kabul ettiren bir cana yakınlık olduğunu düşünmüşümdür hep. Gerektiğinde dilin en zor labirentlerine girebilir olmanın verdiği rahatlıkla yazmak tatlı bir güven ve rahatlama vericidir.
Tuncay Birkan, eseri tanıtırken Vâ-Nû’nun, Ahmet Mithat’tan sonra, Peyami Safa’yla birlikte en çok yazmış yazarlardan biri olabileceğini belirtiyor. Gerçekten de hemen her konuda ve uzun yıllar aralıksız yazmış gözüküyor. Vâ-Nû, çok yazmanın, beraberinde iyi yazmayı da getireceğine inanıyor ve bundan korkulmaması gerektiğini öğüt veriyor. Ona göre, keyfiyet kemiyetin içinden çıkan bir şey ve bunun için çabalamak gerekli. Eskiyle yeniyi de iyi birleştirmek, özellikle dil söz konusu olduğunda gelenekle yenilenmeyi uyum içinde yaşatabilmeyi savunuyor. Böyle olunca da çok eski tarihli ama oldukça modern, kendini bilen ve dünyaya açılabilen yazılarla karşılaşıyoruz sıkça. Nazım’ı da övebiliyor, Necip Fazıl’ı da. Ya da yerebiliyor da.
Bir keresinde yeni kurulan bir tiyatroda olup bitenleri yerinde görmek -ve de tabii ki yazmak!- için bir arkadaşıyla gidiyorlar ve bakıyorlar ki burayı Galatasaray Lisesi’nden eski bir tanıdık okul arkadaşı işletiyor. Vâ-Nû’nun pek öyle kimselere eyvallahı olmadığı bilindiğinden, aleyhte bir şeyler yazmaması için bu arkadaş şöyle diyor: “Sakın ha, aleyhte maleyhte yazmaya kalkışma! Burasını ben işletiyorum. Malum ya: Galatasaraylıyız! Galatasaraylılar ancak birbirlerine yardım gösterirler.” (Asri Rüyalar, Fetiş Rejimler, Can Yay. s.42). Bunun üzerine şöyle düşünüyor Vâ-Nû: “Neşem kaçmıştı. Aleyhte, lehte düşündüğümü yazmayacak olduktan sonra buralara kadar, büyük büyük, ne demeye kalkmış da gelmiştim?” (a.g.e.,s.42).
Anlıyoruz ki çok ve rahat yazmanın bir başka sırrı da vicdanen rahat ve düşündüğünü yazabilmede gizli. Öyle de yapıyor belli ki. Yeterince rahat olunduğunda basit cümleler çok şey ifade edebiliyor. Kitapta da dolayısıyla basit gibi görünen pek çok derin düşünce bulmak mümkün. Örneğin şöyle diyor bir yerde: “Halk edebiyatının asıl püf noktası, halkın yalnız mevzu değil, aynı zamanda kari olabilmesidir” (s.101). Ne büyük söz! Bunu alıp her şeye uyarlasak yeridir herhalde. Herhangi bir konuda halkçılık yapabilmek için halkın sadece yapılacak şeyin mevzusu değil aynı zamanda öznesi ve alıcısı da olması gerekir. Değilse her türlü halkçılık, tek taraflı bir ‘edebiyat’tan başka ne olabilir ki.
Halk dalkavukluğunun neden ve nasıl yapıldığını, halkın dalkavuğa karşı gerçekçe neler hissettiğini de iyi tespit ediyor: “Halk…ona da dalkavukluk eden muharrirler vardır gerçi…Ahalinin bazı zaaflarını meziyet gibi göstererek, hatta teşvik ederek göze girmek, kari kazanmak isterler…Fakat her devletli gibi halk efendi de bir nebze bu kabil eteklenmelerden hoşlansa bile, onun aklıselimi herkesinkine galiptir: Doğru sözü tercih eder. Hatta kendi aleyhine çıksa dahi…en hassas itikatlarını baltalasa dahi…” (s.114). Yıl, 1940.
Tiyatroyu ve sanatı önemsemekle birlikte sinemanın da gücünü ve değerini yine o tarihlerde görebilmiştir. Vâ-Nû’nun bir diğer güzel yanı da kolaylıkla başvurulan klişelere düşmemesidir; her olgun kalem gibi kendi benzetmelerini, kendi teşbihlerini bulur. Ona göre, tiyatro elbette ki bir tür halk mektebi olması bakımından önemlidir. Anadolu’nun birçok yerlerinde seyyar tiyatrolara rastladığını ve bunların adeta “durgun suya atılmış bir taş gibi” gittikleri yere “hale hale heyecan dalgası getirdiklerini” yazar. Ama sinemanın da hakkını teslim etmelidir: “Tiyatronun yanında sinema, yağlıboya tablonun yanında fotoğraf değildir. Belki elyazması kitabın yanında matbaacılıktır. Bir edebi eserin mahiyetini matbaada basılmış olmaklık nasıl düşürmezse, sahneden alıp filme çekilmek de öylece haleldar etmez.” (s.201). Yıl, 1934’tür.
Batılılaşmayla ilgili düşünceleri de hayli yerinde ve olgundur. “‘Garplı yahut falanca kurun-ı üladan beri manen şu kadar yüksekti de onun için bugünkü makine medeniyeti doğdu’ nevinden bir telakkiye sahip olmak ve bunu aşılamak doğru değildir. Bu Garplıya adeta mistik bir tefevvuk [üstünlük] atfetmektir ki ‘Garplılık’ diye mecazen işaret edilen asri düşüncenin tam zıttı olsa gerektir. Arap hayranlığı yerine Garp hayranlığını koymak ise bizim terk ettik sandığımız eski zihniyetin mihanikiyetine [hareket tarzı] yakındır.” (s.233).
Ve gelelim, başlığa taşıdığım yazısına. Bir vakitler, “Muharrir neden yetişmiyor?” sorusu etrafında bir anket yapılıyor ve Vâ-Nû’ya da soruyorlar. Çok kısaca nedenin “tesamuh noksanlığı” olduğunu söylüyor. Tesamuh yani hoş görme, müsamaha etme, tahammül gösterme. Bunun olmamasının yazarlığı bitirdiğini ve hatta öldürdüğünü söylüyor. Düşünce ölüyor çünkü. Neden böyle düşündüğünü ise şöyle açıklıyor. Uzun bir alıntı pahasına bu çok önemli satırları bir kez de buraya alma ihtiyacı duyuyorum:
Her sivrilen baş şu veya bu şekilde birer matrak yemiştir. Nazım Hikmet 12 senedir hapistedir. Refik Halid ömrünün kıymetli senelerini sürgünde geçirmiştir. Muvafakat cephesinde Falih Rıfkı idbara uğramıştır. Adnan Adıvar’la Halide Edip, senelerce Türkiye’ye giremediler. En güzel hikâyecimiz Sabahattin ali öldürülmüştür. Rıza Tevfik malum akıbetten sonra meşakkatli bir ihtiyarlık geçiriyor. “İstiklal Marşı” müellifi Mehmet Akif, istiklal emeline muvaffak olduktan sonra bizim havamız içinde yaşamayıp Mısır’a göçmüştür. Tıpatıp bizim gibi düşünmeyen gazetecilerin damları başlarına yıkılmıştır. Burhan Cahit mebusluktan çıkarılmıştır. Mizah vadisinde parlayan bir Aziz Nesin heder oldu. İktidarın cenahına sığınan bazı ufak tefek istidatlar, öyle kötü bir besiye sokulmuştur ki edebi hususiyetlerini kaybedip başka hususiyetler almışlardır. Yazı yazmakta devam edebilenler bu hal karşısında adeta, “Benim bir mesleki özrüm mü var ki kalemim elan yazı yazıyor?” endişesine kapılıyor ve hayıflanasıları geliyor. (s.285).
Ardından da uzun uzun demokrasilerde fikir hürriyetinin, münakaşanın, münazaranın, müzakerenin ne denli kıymetli şeyler olduğunu anlatıyor. İnsanların sonuna kadar birbirlerine karşı ve muhalif ama aynı zamanda insan olarak dost olabileceklerini anlatmaya çalışıyor. Her iki tarafın birbirinin zekasını tahrik ederek ele alınmadık konu bırakmamalarının memleket için ne büyük bir hayır olduğunu belirtiyor. Gücü eline geçiren bir tarafın “öteki taraf” addettiği fikirleri devletin zor gücüyle baskı altına almasının ülkeye yapılan ne büyük bir kötülük olduğunu anlatıyor. “Filanca ve falanca sivil veya askeri politikacıların cemiyet efkarına hakim olması, fikirleri kendi ihatalarına göre kalıplaştırması ‘daha ötesi’nin gayrimeşru, hatta ihanet, hıyanet, irtica, ihtilal sayılmasıdır.” (s.285).
Yıl, 1949’dur!