Ana SayfaYazarlarFırsatçılıktan hayır çıkmaz

Fırsatçılıktan hayır çıkmaz

 

15 Temmuz darbe girişiminden sonra hükümetin önündeki en önemli vazife, darbe ile irtibatı bulunan kişileri kamu görevlilerini tespit etmek ve bunları kamudan ayıklamaktı. Çünkü bu kişiler, ülke insanının üzerine onların parasıyla alınmış tanklarla ve uçaklarla saldırmışlar, acımasızca onlara kurşun sıkmışlardı. Halka böyle ağır bir zulmü reva görenler, en kısa vadede devletten temizlenmeli ve yaptıklarının hesabını hukuk önünde vermeleri sağlanmalıydı. Devletin ivedilikle yapması gereken buydu. Darbecilerin adli ve idari olarak cezalandırılmaları noktasında kimsenin bu konuda bir itirazı yoktu.

 

Oluşan bu geniş toplumsal uzlaşma, hükümetin elini de rahatlattı. İlk anlarda hükümet dikkatliydi. Herhangi bir düzenleme yapmadan önce muhalefeti bilgilendiriyor, eleştiri ve önerilerini hesaba alıyor, bir kararın mümkün olan en yüksek uzlaşmaya alınmasına çaba sarf ediyordu. Yani hükümetin, mevcut kamusal ortaklaşmayı bozmama yönünde gözle görülür bir gayreti vardı.

 

Fakat darbe kalkışması bütünüyle ezildikten sonra hükümetin tavrında belirgin bir değişiklik oldu. Açık söyleyelim; hükümet darbe karşıtı halet-i ruhiye kendisi için bir fırsat olarak gördü. İktidarını tahkim etmek adına, sadece darbecilere değil, muhalif olarak gördüğü diğer gruplara da yöneldi ve onları da kamudan kazımaya girişti. Bu fırsatçılığın somutlaştığı üç uygulama var:

 

Milli irade ve kayyum

 

İlki, 24’ü DBP’li, 28 belediyeye kayyum atanmasıdır. Herhalde fırsatçılığı bundan daha iyi gösteren bir örnek yoktur. Zira belediyelere kayyum atanmasına ilişkin düzenleme, daha önce Meclis önüne gelmiş ve muhalefetin itirazları nedeniyle hükümet tarafından geri çekilmişti. Hükümet, bu geri çekişinin üzerinden henüz bir ay geçmeden, olağanüstü halin verdiği güçten istifade ederek tekrar gündeme aldı ve bir KHK ile yürürlüğe soktu.

 

Her bakımdan yanlış bir adım bu. İster demokrasi teorisinden, ister siyaset kültüründen ve ister hukuk devletinden yana bakın, bu adımın elle tutulacak bir tarafını göremezsiniz. Bu nedenle hükümet ve taraftarları savunmayı başka bir hat üzerinden kuruyorlar. “Terörü destekleyen, halkın kaynaklarını terör örgütüne peşkeş çeken bir belediyeye, devlet ve hükümet göz yumabilir mi?” diye soruyorlar. 

 

Bu da tümüyle yanlış bir soru. Zira ortada “Aman ha, suç işleyenler dokunmayın! Kaynakları halka hizmet yerine gayri-hukuki işlere harcayanları cezalandırmayın” diyen tek bir Allah’ın kulu yok. Elbette seçilmiş olmak kimseye suç işleme hürriyeti vermez. Herkes gibi onlar seçilmişler de, kanun dairesinde kalmak mecburiyetindedirler. Zaten iddia edilen hukuk-dışı faaliyetlerin karşılığı, gerek Ceza Kanunu’nda, gerek Belediyeler Kanunu’nda belli. Bir belediye başkanının bu tür işler yaptığını belirlendiği takdirde görevden alınır. Belediye Meclisi de toplanır yeni bir başka seçer ve işine devam eder.      

 

Fakat bu normal süreç işletilmiyor. Bir kaymakam veya vali yardımcısı, belediye başkanı olarak tayin edilmesinin iki anlamı var: Biri, Belediye Meclisi’nin –yani milli iradenin temsilcisinin- işlevsizleştirilmesi ve bir atanmışa tabi kılınmasıdır. Şüphesiz bu, AKP’nin bütün milli irade güzellemelerinin altını oyuyor ve anlamsızlaştırıyor. Diğeri ise, Belediye Meclisi’nin bütün üyelerinin potansiyel suçlu olarak görülmesidir. Herhalde bunun darbe ile bir bağlantısının olmadığını söylemeye lüzum yok; yapılan açık bir fırsatçılık.   

 

Akademisyenlerin tasfiyesi

 

İkincisi, kendilerine “Barış için Akademisyenler” adını veren bir grubun organize ettiği bildiriye imza tana bazı akademisyenlerin, üniversitelerdeki görevlerine son verilmesidir. 1128 kişi tarafından imzalanan bildiri hakkındaki görüşümü vaktinde de açıklamıştım. Bana göre bildiri, bölgede olan bitenleri tümüyle resmetmiyordu. Oldukça tarafgir bir içerik/ üslup taşıyordu. Hakkaniyetten uzak hükümler içeriyordu. Olabilirdi, nihayetinde bu da bir bildiriydi, farklı düşünenler karşı bir bildiri kaleme alır, olur biterdi.

 

Bildiri, fikri bir mücadelede kullanılabilirdi. Lakin bildiri, adli ve idari bir soruşturmaya mesnet teşkil edemezdi. Bu bağlamda imzacı akademisyenlere dönük Cumhurbaşkanı’ndan, hükümetten ve çalıştıkları üniversitelerden gelen tazyikler, yanlıştı. Bildiricilerin işlerinden uzaklaştırılmaları, hele hele tutuklanmaları asla kabul edilemezdi. Net bir haksızlık içeren bu tavır, akademik bir tartışmayı imkânsız kılıyordu.

 

Şimdi bu vakadan ötürü doğmuş yanlışlıkların düzeltilmesi, mağduriyetlerin giderilmesi gerekiyordu. Ama bunun yerine, durumdan vazife çıkaran kimi üniversiteler bu akademisyenleri görevlerinden ihraç ettiler. “Fırsat bu fırsat” deyip rahatsız oldukları kişileri kapı önüne koyan bu yaklaşımdan hayırlı bir sonuç çıkmaz.

 

Öğretmenlere dokunmak

 

Üçüncüsü, Milli Eğitim Bakanlığı’nın son olarak 11.500 öğretmeni açığa almasıdır. Öğretmenlerin ezici bir çoğunluğu Eğitim-Sen (ve dolayısıyla KESK) üyesi. Aynen kayyum atanmasında olduğu gibi, açığa alınmadan önce hükümete yakın medyada öğretmenlere yönelik muazzam bir bombardıman yapıldı. Öğretmenlerin ne kadar tehlikeli olduklarına, akla hayale gelmeyecek kötülükler yaptıklarına dair çarşaf çarşaf haberler yapıldı.

 

Her biri diğerinden daha ağır kriterler (öğrencileri dağ göndermek, 6-8 Ekim olaylarına katılmak, sınıfta örgüt propagandası yapmak, vb.) yayınlandı ve öğretmenlerin bu kriterlere dayanılarak görevden alındıkları belirtildi. Açığa alınan öğretmen bir arkadaşımla konuşuyordum “Bırak hepsini, bu söylediklerinden birini yapmış olduğumun iddia edilmesini bile bir hakaret olarak algılıyorum. En çok ağrıma giden bu!” diyordu sinirli bir şekilde.

 

Açığa alınanların çok büyük bir kısmının, yasal bir sendikanın faaliyetlerine iştirak etmekten öte bir “suçları” yok. Açığa alınma kararına imza atanların da bunu bildiğine eminim. Onlar da bu kararın hukuken bir yere oturmadığının farkındalar. Lakin zaten mesele hukuk değil. Mesele, siyaset. Hükümet, hem gözdağı vermek istiyor, hem de “O tarafı çok hırpaladık. Biraz da bu tarafı hizaya sokalım” diye kendince bir denge tutturduğunu düşünüyor.  

     

Kendi ayağına sıkmak

 

Hükümet darbenin püskürtülmesinden sonra oluşan olumlu havayı kendi eliyle dağıtıyor. Onbinlerce aileyi hukuken çürüklüğü su götürmez bir muhakemeyle işten uzaklaştırıyor. Meydana gelen sosyal mağduriyetin büyüklüğünü göz ardı ediyor.

 

Bayram vesilesiyle ziyaret ettiğim her evde ve girdiğim her ortamda, siyasi aidiyetlerinden bağımsız olarak, açığa alınan öğretmenlerden ötürü hükümete karşı çok büyük bir tepkinin oluştuğunu gördüm. Bu kararı savunacak tek bir AKP’li yerel yöneticiye ise rastlamadım. Onlar da karardan mustariplerdi, yapılanın çok büyük bir yanlış olduğunu ve bir an önce bundan dönülmesi gerektiğini söylüyorlardı.

 

Atilla Aytemur, son yazısında “Toptancı, dikkatsiz, her şeyi aynı sepete koyan, hukukiliği ve adaleti sorgulanan, tek vuruşta her sorunu çözebileceğini zanneden, savruk ve tartışmalı uygulamaların olumsuz etkisi toplumu sarmak üzere” diyordu.  Bence “sarmak üzere” faslını geçtik. “Böyle devam ettiği takdirde, tarihe müthiş bir referans olarak geçen bu 15 Temmuz Direnişinin üzeri yanlışlar, ihlaller, mağduriyet, korku, tepki, şüphe ve endişe şalıyla örtülecek. Bunun da başta gelen sorumlusu hiç şüphesiz iktidarın kendisi olacak.”

 

Kendi ayağına sıkmak, böyle bir şey olsa gerek. Fırsatçılıktan bir hayır çıkmaz. Kısır ve küçük siyasi hesaplara dayalı bir fırsatçılıktan çıkacak olan, olsa olsa, darbe sonrası oluşan müthiş ortamın çarçur edilmesidir, başka bir şey değil. 

- Advertisment -