Gençlik Parkı, Ankara’nın sayılı efsanelerinden… Ancak akıbetiyle nostalji kapsamında. Zira o da Melih Gökçek dönemindeki “yıkamıyorsan, yok edemiyorsan, kapat-unuttur-başka şeye dönüştür-aç” formülünün kurbanı. Gökçek’in önceki yazımda da değindiğim bu zihni sinir formülü, sadece Büyükşehir başkanlığına da özgü değil.
O koltuktan önce, 1984-89 arasında Keçiören Belediye Başkanı olduğu yıllara kadar uzanıyor. Yani o dönemle birlikte Ankara’nın 28 yılında imzası var. Bu yüzden bilhassa muhalefeti, -olduğu kadarıyla- sivil toplumu, seçmeniyle Ankaralı hemşerilerimi hiç tenzih etmeden, “Kabahatin çoğu senin canım kardeşim” demeye dilim varıyor. (¹)
Gökçek 1988’de Ankara’nın yarım asırlık futbol takımı Hacettepe’yi alıyor mesela. Ardından tepkilere, itirazlara rağmen ismini Keçiörengücü yaparak, bir zamanların efsane takımını tarihten siliyor. Mahkeme kararıyla Hacettepe ismi geri gelse de, aynı yıl genel kurulda ismi yeniden Keçiörengücü olarak ilan ediliyor.
Çeyrek asır sonra Ankaraspor da aynı formülün kurbanı oluyor. Adı, renkleri, logosu değiştirilip bir anda Osmanlıspor oluyor. Ancak 2020’de o da tarihe karışıyor ve kulüp ismini yeniden Ankaraspor yaparak renklerini de eski haline döndürüyor.
Tıpkı yargıyı hiçe sayan amblem meselesi, mahkeme kararlarına rağmen değiştirilen yüzlerce cadde/sokak ismi, yasaların karşısına dikilen Akay Kavşağı, Eskişehir Yolu’ndaki korsan Demir Kafes, saray-külliye zinciriyle külliyen AOÇ, o alandaki yüzlerce milyon dolarlık Ankapark filan gibi… Ankara Büyükşehir’de çeyrek asırlık Gökçek dönemi, “Fetihçi Belediyecilik”in nadide örneklerinden. Amblem değiştirilip bayrak dikildikten sonra, hemen her hafıza mekânına ayrı bir akın var.
“20 Kur’a İhtiyatlar” Gençlik Parkı’da
Aslında Gençlik Parkı’nın “şen olasın” tarihi de bazı yönleriyle dramatik. Alman mimar Hermann Jansen’ın SimCity oyununa taş çıkartacak “Ankara Planı”nda da yer alan Park’ın inşasına 1936’da başlanıyor. İçinde eğlenceden dinlenceye birçok alanın planlandığı mekân, çok çehreli “modernleşme”nin de vitrinlerinden birisi.
İlk alanı 280 dönümlük bir bataklık. O yıllarda Ankara’nın nüfusunun 122 bin olduğu düşünüldüğünde herkesi sığdırırsın. Henüz açılmadan 30 bin fidan dikiliyor. Zamanla bu sayı 80 bine ulaşıyor. Gövdeli-boylu ağaçların yanında, leylaktan erguvana, Japon ayvasından şimşire, filbahriden sumağa, ıhlamurdan iğdeye, akasyaya 40-50 tür fidan. Şimdi ara ki bulasın…
İki-üç yılda bitmesi planlanan inşaat uzayınca 22 Nisan 1941’de parkın tarihine kara bir sayfa ekleniyor. İkinci Dünya Savaşı bahanesiyle “Jandarmalar tarafından evlerinden alınan 12 bin (farklı kaynaklara göre 30 bin) gayrimüslim (Rum, Yahudi, Ermeni) erkeğin bir bölümü iki yıl parkın yapımında çalıştırılıyor.” (²)
İnşaatta izinsiz 4.5 yıl “askerlik”
O günleri bizzat yaşayan Rum şair şöyle yazmış: “Topladılar aniden almadan fikrimizi /Sirkeci ‘sevkiyat’ta bulduk kendimizi. /Üç gün üç gece kaldık yastık diye baş taşta / Pire torbası olduk, o yatılmaz koğuşta! /Attılar vagonlara, sanki birer hayvanız /Ayak üstü sıkıştık, kıpırdamak imkânsız. /Ürkerek ayak bastık Afyon istasyonuna /Kapıldık yabancının ‘ne olacak’ korkusuna. /‘Tezahürat’la karşılandık daha trenden inerken /Küfür yağdı başımıza ‘hoş geldin’i beklerken. /Silahımız kazma oldu, kılıcımız da kürek, /Kaz Allah sabah akşam dayanırsa bu yürek.”
(Yukarıdaki fotoğrafı, Suzan Nana Trablus’un, Şalom Dergi’de 12 Haziran 2019 yayınlanan “Yirmi Kur’a Nafıa Askeri Babam” yazısından aldım. O dönemde askerliğini ev izni bile verilmeden Akhisar-Menemen’de yol vb. inşaatında 4.5 yıl çalıştırılarak yapan gayrimüslümler.)
Haylaz mutluluğun maliyeti
Gençlik Parkı, adını aldığı bayramda, 19 Mayıs 1943’de açılıyor. Park’a dev bir havuz yapılıyor ve o günün teknolojisiyle 40 metreye yükselen bir de fıskiye (fıskiye diye yazılır, “fışkıye” diye de okunabilir)… Haylaz çocuklar, büyümüş de haylaz kalmış delikanlılar sandalla fıskiyenin altından geçip ıslanma modasının da öncüsü. Sırılsıklam mutluluk…
Ankara açısından o parkta onlarca yıl çalışan fıskiyenin tarihi önemine ise şöyle dikkat çekeyim; Gökçek’in bir zamanlar Gölbaşı’na “Avrupa’nın en büyüğü” şiarıyla yaptırdığı fıskiye, birkaç gün fıslayıp, sonra bozulmuştu. Ardından Mad Max filmlerine yakışan dekoruyla hurda olarak yatırıldı göl kıyısına. Öylece de kaldı uzun zaman.
O günlerde hemen her belediye icraatı gibi muamma olan “Neden onarılmıyor ki?” sorusunun yanıtını ise yıllar sonra bir başka vesileyle, bir başka fıskiyeden öğreniyorum: “Melih Gökçek döneminde 5 milyon 199 bin TL harcanarak Gençlik Parkı’na yaptırılan fıskiyenin 2015 yılından beri çalıştırıl(a)madığı belirtildi. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin faaliyet raporunda, 5 milyon TL maliyetli fıskiyenin yeniden çalıştırılması (onarımı) için 1 milyon Avro ek kaynağa ihtiyaç duyulduğu kaydedildi.” Yani arızası, parasal “günah”ından beter…
Kamuoyu yoklamasında “fıskiye anketi”
Ama ne gam! Haberin devamında yer alan şanı-şöhreti yeter: “İlk kez 2011 yılında çalıştırılan fıskiyelerle dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Melih Gökçek’in fotoğrafları suyun üzerine yansıtıldı.” (Birgün ve Cumhuriyet, Temmuz 2020) Bu satırları klavyede pıtırdatırken, “Suya yazılan ne çok şey var bu memlekette” diye geçiyor aklımdan.
Fıskiyeyle ilgili haberlere Gökçek sert tepki gösteriyor, “CHP yalanı” diyor ama çektiği “cevap videosu”nda mâliyeti doğruluyor: “İşin aslı şu… Biz Gençlik Parkı’na belediyenin Anket TIR’ını gönderdik ve orada yazdık üzerine: Burada ‘2.5-3 milyon euro’ya, o zaman euro iki lira idi… Yani 5 ila 6 milyon TL’ye bir fıskiye grubu yapacağız. Eğer Ankara olarak ‘Evet’ derseniz, yapacağız. 11 bin kişiden fazla katılım oldu ve katılanların yüzde 61’i ‘Evet istiyoruz’ dedi. Biz de ihalemizi yaptık.”
(Fıskiyenin maliyeti olan “3 milyon euro”yu bugünkü kurla liraya güncellemek istedim. Yazımın notlarını bir hafta önce bir köşeye attığımda fıskiye maliyeti 48 milyondu, birkaç gün sonra 60 milyona ulaştı, 22 Aralık’ta 43 milyon, 25 Aralık’ta 37 milyon oldu. Eh, bu iniş çıkışa fıskiye bile dayanmaz tabii, bozulur.)
“Devridâim”in onarım bedeli ağır
Eh, “fıskiye”nin anketiyle, boyu posu, kıramadığı rekoruyla, maliyeti-münazarasıyla bu denli gündem olması, biraz da “kıskançlık”tan kaynaklanıyor olabilir. Yani hep öyle diyolar… Nitekim üstlenmese de muhtemelen “Fahrî Kıskançlık Örgütü”, belediyenin önündeki fıskiyeyi kırıyor. Bu sefer de “Fışkıyeyi kim kırdı?” tartışması başlıyor.
Lâkin tartışma bir anda rayından çıkıyor, bir dönemin kült mizah malzemesi oluyor. Şiiri, destanı bile yazılıyor: “Sabah kalkardım hep bakardım akışına /Benzer idi sesi tramvay kalkışına /Uyanmasaydım görmeseydim o sabah /Belediyenin önündeki fışkıyeyi kim kırdı?”
İş oraya, belediyenin önüne gelince, ezelden muhalif edepsiz mizah kolları sıvıyor: “Fışkıyenin arkasındaki belediyeyi kim soydu?”
Daha sonra kaldırılıyor o fıskiye… Malum öyle “devridâim ve devr-i dâim”lerin onarım maliyeti -siyaseten de- yüksek, astarı yüzünden pahalı. Gökçek’in ardından Mustafa Tuna döneminde fıskiye aniden yok oluyor. Bu şanlı eylemi kimse sahiplenmeyince, bu kez de “Fışkıyeyi kim kaldırdı?” muamması…
“Kürek, yelken, yüzme müsâbakaları”
Neyse… Gençlik Parkı’nın 1943’de açılan havuzu, o günlerde “kürek, yelken, yüzme müsâbakaları”nın da yapıldığı bir mekân. Seçim dönemlerinde yüzme öğrenen politikacıların “Ankara’ya deniz getireceğiz” vaatlerine en yaklaştığı örnek bir bakıma.
Oraya deniz diyemeyen “havuz” demeye de kıyamıyor, adı “Göl” oluyor o yıllarda. “Göl”ün kıyısında gemi formunda Ada Lokantası, Göl Gazinosu filan bile var. Aynı yıl Ulus Gazetesi’nin 29 Haziran 1943 manşetine de yerleşiyor şöhreti: “Gençlik Parkı Yüzme Havuzu halka açılıyor”…
1970’lere gelirken Buket Uzuner “seçkin ve modern” Gençlik Parkı’nı şöyle anlatıyor: “Akşama doğru yeşilliği, nezihliği, şıklığıyla ünlü Gençlik Parkı’na gidilirdi. Ankara’da büyüyen bir çocuğa okyanus kadar büyük görünen havuzda kiralanan sandalla gezilir. Baba kürek çekerken, anne beyaz çerçeveli güneş gözlüğü, tiril tiril empirme elbisesiyle sandala bir kraliçe gibi otururdu.”
1952’de Lunapark da kurulunca, her şey tamam… Aile çay bahçeleri, aile gazinoları artıyor, tiyatrosu, toplantı salonları, Park’ı dolaşan mini treni, Nikâh Dairesi-Salonu bile var. Oradan çıkınca, havuzu, sandalları, çardakları, heykelleri, gülleri dallarıyla çeşit çeşit “dekorlu düğün fotoğrafları”na da bire bir.
Efsanenin adı Müctebâ Bey
Nikâh Salonu hayatî önemde. Zira 1950-60’lı yıllarda “bi evleniyor” herkes. Küçük yaştan alıyor Evlilik Cüzdanı’nı eline, çoğu birlikte büyüyüp, birlikte yaşlanıyor. Neredeyse herkesin izdivaç patikası ise Gençlik Parkı Nikâh Dairesi… O dönemin efsanesi de, Nikâh Memuru “Müctebâ Bey”.
Şakakları hafif kırlaşmış dalgalı saçlı, düzgün bıyıklı, sinekkaydı tıraşı, ütüden yeni çıkmış şık takımıyla bakımlı, o devre göre modern ve yakışıklı silueti, onu bir anda efsane yapıyor. Ciddiyet ve otoritenin de timsali… “Büyüleyici” ses tonu, teatral diksiyonu Nikâh Masası’nı da sahneye taşıyor bir bakıma. Öyle ki, nikâhta kerâmet arayanlar, zarâfeti de onda buluyor.
Müctebâ Yetişen, “seçkin” anlamına gelen ismiyle modernleşmenin de cilasını yaparken, soyadı da kupkuru, bürokratik nikâhlara Hızır gibi yetişiyor. Çoğu ona Müçdeba, Müştaba telaffuzuyla seslense de, o modern beyefendi artık aile büyüğü. Evlenmek isteyenler, onun gününe denk getirmek için nikâh tarihini bile erteliyor, sıraya giriyor.
Kadını muavinliğe oturtan “Evlilik Hitâbesi”
Müctebâ Bey bembeyaz saçlarıyla 1973 yılında ölene kadar bırakmıyor görevini. “Deprem Dede” efsanesi misali, o döneminde de “İzdivaç Dede” kabilinden yürüyor namı. Nikâh töreninde yaptığı konuşma, “Evlilik Hitâbesi” kalibresinde geçiyor tarihe. Lâkin evliliğin ataerkil şablonlarını hafifçe yuvarlayan “modernleşme törpüsü” keskin değil. Kadını “evin reisi”nin dizinin dibine, “muavin” taburesine, olmadı “yeminli müşavirliğe” zarifçe oturtan otoritesi, onun sesiyle kulağa hoş geliyor:
“Bu tören ile şu dakikadan itibaren evlilik birliğiniz kurulmuştur. Birbirinize karşı bu birliğin devamını ve saadetinizi temin etmekle, karı koca yekdiğerine karşı sadakat ve müzâharetle (arka çıkma, destek olma) mükellefsiniz. Çocuklarınızın iaşe ve terbiyesine beraberce özen gösterme sorumluluğunu taşıyacaksınız. Koca, birliğin reisidir. Karı ve çocukların münasip veçhile iaşesi ona aittir. Kadın müşterek saadeti temin hususunda gücü yettiği kadar kocasının muavini ve müşaviridir. Eve kadın bakar. Birliği koca temsil eder. Evin daimi ihtiyaçları için koca gibi kadın dahi birliği temsil hakkını haizdir. Evlilik birliğinizin vücut bulduğu bu andan itibaren Medeni Kanunumuzun tahmil ettiği bu mükellefiyetleri sizlere hayatınız devam ettiği müddetçe uyulması lazım gelen vecibeler diye hatırlatır, sizlere sıhhat ve saadetler dilerim.”
Gelecek pazar Ankara’nın başka efsanesine, “Bir Zamanlar Hayvanat Bahçesi”ne değinmeye çalışacağım. Minnacık fillerden siyasi sürgün papağan Yakup’a, “pelüş hayvanat”tan kımıl zararlısına kadar her şey o bahçede…
TEATRAL NİKÂH
NİKÂHIMI KAPTAN YA DA ASTRONOT KIYSIN
Bir dönem ana şablonun katılığında süregelen nikâh metninin, sonradan o ilçede hâkim belediyeye bağlı nikâh memurunun siyasete, inanca göre esnettiği, araya mezhebe göre talimatları, hatta sarsmayan esprileri serpiştirdiği “nutuk”lar yaygın. Neo-nikâhizm dönemi…
Ama “teatral nikâh”tan kastım o değil. Google’dan başka bir mevzuya bakarken karşıma çıkan “tiyatral-temsili nikâh” uygulaması, bu tür şeylere artık şaşırmamayı öğrenme çabama karşın beni de şaşırttı. Hemen her ilden ilanlar görmek mümkün.
Hatta “Türkiye’nin ilk profesyonel Türk Patent Enstitüsü Marka Tescilli Tiyatral Nikah Sanatçısıyım. 2016 yılı yaz sezonunda başladığımız tiyatral nikah olayına geçen zaman zarfında bir çok yenilikler ekleyerek farklı bir boyuta taşıdık” gibi “tescillisi” bile var. Sadece iş-işçi arayanı buluşturan “Armut” sitesinde, farklı beceri, dekor ve uygulamalarla “Temsili Nikâh Seremonisi” hazırlayan 163 ayrı ilan yayında.
Yani “teatral nikâh” ücretli, profesyonel bir alternatif olarak yerleşmiş hayata… Şöyle ki, mesela resmi nikâhını belediyenin salonunda kıydıran çift, düğünde o büyük boşluğu “tiyatrocu” nikâh memuru, hatta onun “tiyatrocu” ekibiyle doldurabiliyormuş. “Oyuncu”lar arasında emekli nikâh memurlarına da rastlanıyor.
Somutlarsak… Evlilik Cüzdanı’nı düğünden önce o resmi, kuru Nikâh Dairesi’nden alan çift parasını basıp, düğününde de arzu ettiği kostümle gelen temsili “Nikâh Memuru”yla şirin mi şirin, isterse güldürükçü mü güldürükçü bir Nikâh Töreni düzenleyebiliyormuş. Zaten “en çok esprili temalar” tercih ediliyormuş. Espri deyince de sicilimiz, tahayyülümüz malum… Maksat o “an”ı biricik kılmak, o keskin dönemeci biraz da şakaya vurmak.
“Nikâh Masası’na oturdun işte…”
Yine Nikâh Masası kuruluyor. Ama kusursuz, hatta sonsuz seçeneklerle, değişik formlarla, cicisi bicisiyle en afilisinden… Çift isterse cüppeli standart Nikâh Memuru’nu, isterse Kaptan üniformalı yahut imam hatta kadı kisveli olanını kiralıyor, sahneyi/senaryoyu o havada yaratıyor. Nikâh Memuru astronot da olabilir mesela. O zaman Nikâh Masası’nı da strafordan uzay aracı kokpiti esintili bir formda yaptırabiliyorsun. Abartmıyorum, bkz Google’a straforla istediğiniz türde masayı hazırlıyorlar.
Nikâh Konuşması’nı da çiftlerin kaleme alması serbest tabii… İsterlerse seçtikleri senaryoya göre davetlileri de işletmeleri, kandırmaları mümkün. O şakacıktan nikâh senaryosunu abartıp, izdivacı bir tiyatro topluluğuyla gerçekleştirmek isteyenler için gereken “ekip” ve “ekipman” da hazır.
(¹) SODEP, DSP, CHP 27 Mart 1994 Yerel Seçimleri’ne ayrı ayrı adaylarla katılıyor. Ve Melih Gökçek Ankara’yı sadece 6 bin 474 oy farkıyla alıyor. Seçim pusulalarının çöplerde bulunduğu yıllar… Aynı durum 1999 seçimlerinde de yineleniyor. CHP ve DSP yine ayrı adaylarla seçimlere girerek, toplam oyları Gökçek’ten çok fazla olmalarına karşın koltuğu ona bırakıyor.
(²) “20 Kur’a İhtiyatlar Olayı”, Rıfat N. Balı, Tarih Ve Toplum, 1998.