Geçen yazımda, Fransız devlet kanallarından TV 5’te yayımlanan bir programdan hareketle, Fransa gibi demokratik ülkelerin kamuoylarındaki Türkiye imajının hükümetlerinin resmen izledikleri politikaya oranla olumsuz olduğuna dikkat çekmiştim. Bu fark, Türkiye aleyhinde siyasi bir marj yaratmayı amaçlayan bir kamuoyu diplomasisi ürünüyse, bu olumsuz imajın oluşmasına katkısı bulunan PDY (Paralel Devlet Yapısı) ile PKK’nın Türkiye’nin iç siyasetini yönlendirmek amacıyla kullanılan siyasi mühendislik araçları olup olmadığını bir sonraki yazımda yanıtlamaya çalışacağımı söylemiştim.
13 Kasım Cuma günü Paris’te kısa aralıklarla zincirleme olarak meydana gelen ve rastgele masum halkı hedef alan kör terör eylemleri önceliği bu konuya vermemi gerektirdi. Sadece tüm dünyada güncel olduğu için değil, ayrıca kamuoylarındaki olumsuz Türkiye imajıyla ilgili konuyu kör terörün hışmına uğrayan Fransa’da yayımlanan ve katılımcılarının çoğu Fransız olan bir program üzerinden anlatmakta olduğumdan.
Hatırlanacağı üzere, “Diktatörlükten demokratörlüğe” başlıklı yazılarımın ilkinde, söz konusu televizyon programında İncirlik Üssü’nü açana kadar Türkiye’nin IŞİD’e yardım ettiği tezinin ve PKK ile mücadelesinin aslında kültürel haklarını arayan Kürtlerle Türkler arasında bir çatışma olduğu iddiasının dile getirildiğini aktarmıştım. PKK’nın terör eylemleri haklı bir nedenden kaynaklanıyormuş gibi. Avrupa hukuku, siyasi gerekçesi ne olursa olsun, şiddet ve teröre, değil başvurmayı, övgüde bulunmayı dahi suç saydığı halde hem de.
Paris’i kana bulayan terör eylemlerinden haber aldığım saatten bu yana gelişmeleri devlete ait France 2 televizyon kanalı ve Fransız gazetelerinden izledim. Daesh ’in bundan bir ay önce de Ankara’da 102 kişinin yaşamını yitirdiği bir katliam gerçekleştirdiğine ancak Antalya’daki G-20 toplantısıyla ilgili olarak Pazar günü verilen haberlerde değinildiğini görebildim. Halil Berktay’ın altını çizdiği gibi “konu Türkiye olunca başka iki faktör devreye giriyor” belki de. “ Birincisi, güya AKP’nin IŞİD’le dansı devam etmekte. İkincisi, Ankara katliamında devlet parmağı olmuş (yani Erdoğan’ın kendisi yaptırmış) olabilir.”
Savaş ilanıyla çöken Ankara tezleri
Bir restoranda yemek yiyen, bir barda televizyondan maç izleyen ya da adını Offenbach’ın ünlü operetinden (Ba-Ta-Clan) alan tarihi gösteri salonu Bataclan’ı dolduran masum sivillerin üzerine ateş eden teröristler haklı bir savaşın askerleri olduklarını düşünebilirler belki ama yaptıkları medeni dünyaya acımazsız bir başkaldırıdan başka bir şey değil elbette. Cumhurbaşkanı François Hollande’ın bunun bir “savaş eylemi” (acte de guerre) olduğunu açıklaması savaş hukukuna uymayan bu saldırıların ne kadar kalleş (lâche) bir eylemler dizisi olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Fransız analistlerin çoğunluğu Hollande’ın bu tanımlamasını uygun buluyor. Toprakları olan ve kendini “devlet” (İslam Devleti) sayan bir örgütün bu eylemleriyle Fransa’ya savaş açtığı gerçeğini kabul etmek gerektiğini düşünüyor. Tıpkı 10 Ekimde Ankara’da barışçıl bir gösteri yapmak için toplanmış insanların canlı bombalarla katledilmesinin Türkiye’ye savaş ilanı olduğu gibi. Ama yukarıda belirttiğim gibi bu benzerlik kimsenin aklına gelmiyor. Sadece eski terörle mücadele savcılarından Marc Trévidic, bu tür eylemlerin Irak ve Lübnan gibi Orta Doğu ülkelerinde günlük hayatın bir parçası olduğu gerçeğine parmak basıyor.
Cumhurbaşkanı Hollande, Paris’teki saldırıların ardından ülke genelinde “Olağanüstü Hal” ilan etti. Bu çerçevede sınırlar kapatıldı ve başta “Grande Couronne” olarak adlandıran Paris ve çevresinde, ayrıca Valiliklerin uygun göreceği yerlerde, toplantı ve gösteri özgürlüğü başta olmak üzere, temel hak ve özgürlüklere bazı sınırlamalar getirildiği açıklandı. Ama kimse yaşam hakkı tehdit altındayken bu kısıtlamaların demokratik hak ve özgürlüklerden feragat anlamına geldiği, rejimin diktokrasiye doğru kaydığı iddialarıyla ortaya çıkmadı. Fransa yarı başkanlık sistemiyle yönetildiği, Fransız Cumhurbaşkanı’nın yetkileri, Türkiye’nin mevcut anayasasında Cumhurbaşkanı’na tanınan yetkilerle karşılaştırılamayacak kadar fazla olduğu halde.
Cumhurbaşkanı Hollande ve sosyalist hükümetine yönelik eleştiriler ağırlıklı olarak Daesh’e karşı yeterli önlemlerin alınmadığı noktasında toplanıyor. Ana muhalefet Cumhuriyetçiler’in (Les Républicains) lideri eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, teröre karşı ulusal dayanışma mesajı verirken, satır aralarında terörle mücadelede yetersiz kalındığını ima ediyor.
Aslında France 2’de tartışmalara katılan uzmanlar, benzeri saldırıların yapılacağına ilişkin istihbaratın birkaç yıldan beri alındığını, olan bitenin sürpriz sayılmaması gerektiğini, asıl sürprizin bu saldırıların sürpriz sayılması olduğunu söylüyorlar. Bunlardan Marc Trévidic, Ağustos ayında daha görevdeyken sorguladığı bir gencin “Daesh ’in kendisinden bir konserde bomba patlatmasını istediğini itiraf ettiğini” dile getiriyor.
Fransa’da Sarkozy’nin söz konusu imalarına haklılık kazandıran bu açıklamadan yola çıkarak, saldırıların arkasında, 2017 seçimleri için bir gösterge niteliği taşıyacak olan 6-13 Aralıktaki bölgesel seçimlerde başarılı olmak isteyen ana muhalefetin ya da Ulusal Cephe’nin (Front National) olduğu gibi iddialarda bulunan da yok. Hollande “Fransa dışında planlanmış ama içeriden işbirliğiyle gerçekleştirilmiş” eylemlerden söz ettiğine göre, Fransa’daki cihatçılara kimler yardım ediyor acaba?
İlkokul mezunu bir AK Parti seçmeni önceki gün gülerek “bu saldırıların ardında Hollande var galiba” demişti. Neden böyle düşündüğünü sorduğumda, “Erdoğan seçimi kazandığına göre o yoktur tabii ama Hollande da seçim kazanmak için bunu yapmış olabilir” diye cevap vermişti. Seçimlere daha iki yıl olduğunu söylediğimde, “Avrupalıların planlı, programlı hareket ettiklerini, şimdiden hazırlanıyor olabileceklerini” söylemişti. Ankara tezleri aslında Fransa’ya da uymuyor, çünkü bu saldırılardan kazançlı çıkacak olan iktidardaki sosyalistler değil, Sağ ve özellikle aşırı Sağ kesim çünkü.
Aşırı Sağ’ın ekmeğine sürülen yağ
Marc Trédivic, Daesh ‘in 7 intihar bombacısını nasıl bulduğunun tartışıldığı bölümde acı bir gerçeği daha açıklıyor. O da terör örgütüne katılan Fransız vatandaşları arasından değil 7, 200 gönüllü canlı bombanın bile rahatlıkla çıkacağı. Daesh’e katılan binlerce Türk’ten söz edilirken ve bu katılım Türkiye’de özellikle HDP tarafından AK Parti’nin örgütle işbirliğinin kanıtlarından biri olarak sunulurken, Fransa’dan neden bu kadar katılım olduğu konusunda böylesine gayri ciddi iddialarda bulunan yok.
Kabul etmek gerekir ki genelde radikal İslamcıların, özelde de Daesh ’in terör eylemleri Fransa’da olsun, diğer Avrupa ülkelerinde olsun, yabancı ve özellikle İslam düşmanı, “Xénophobe” ve “Islamophobe” kesimleri güçlendiriyor. Uzmanların görüşü, aşırı Sağ’ın güçlenmesinin sonuç itibariyle Avrupa’daki Müslüman kesim –ki en kalabalığı Fransa’da yaşıyor- üzerindeki baskıların artmasına yol açtığı yönünde. Bu da terör örgütünün bu kesim üzerinden savaşçı devşirmesine elverişli bir ortam oluşturuyor doğal olarak.
Bu itibarla, Fransız toplumunun bu kısır döngüye düşmemesi ve tüm farklılıklarıyla bir arada ve barış içinde yaşaması gerektiği ifade olunuyor. Ne var ki toplumlar her zaman mantıklı davranmayabiliyor. Paris’teki saldırıları gerçekleştiren teröristlerle masum Müslümanlar arasında bağ kurabiliyor.
Paris saldırılarından sonra bölgesel seçimlerde oylarını arttırması beklenen Ulusal Cephe’nin (FN) Başkanı Marine Le Pen, Cumartesi günü yaptığı açıklamada, sadece iç politikaya değil aynı zamanda dış politikaya dönük mesajlar da verdi. Fransa’nın sınırlarını kontrol edebilmesi gerektiğini vurgulayan Bayan Le Pen, köktendinci İslam’ın yok edilmesini, bunun için de Camilerinin kapatılmasını, İmamlarının sınır dışı edilmesini ve Daesh’e katıldığı belirlenen çifte vatandaşların Fransız uyrukluğunun düşürülerek ülkeden atılmasını savundu. Bayan Le Pen ayrıca Cumhurbaşkanı Hollande’a, “İslamcılıkla bağları nedeniyle Suudi Arabistan ve Katar’la ilişkilerin kesilmesi ve Daesh’e karşı Esat rejimiyle ittifak yapılması” çağrısı yaptı.
Bu açıklamadan, Fransız aşırı sağının İslam karşıtlığı nedeniyle Suriye iç savaşında Baas rejimine yakın durduğu sonucunu çıkarmak mümkün. Aslında bu konuda FN yalnız değil. Sağ partilerden “egemenlikçi” (souverainiste) olarak tanımlanabilecek muhafazakâr Fransa için Hareket’in (Mouvement pour la France) Milli Meclis’teki tek temsilcisi Véronique Besse, iki hafta önce Esat’la görüştüğü Şam’dan Paris’e dönüşünde, “Fransa dolaylı olarak Daesh’i destekliyor” açıklamasında bulunmuştu. Bunu da şöyle izah etmişti: “Fransa El Kaide’ye yakın El Nusra’nın da içinde yer aldığı ‘sözde’ ılımlı muhalefeti destekliyor. “ O zaman medyada yankı bulmamış olan bu açıklama, HDP gibi, Türkiye’yi Daech’le işbirliği yapmakla suçlayanların aslında durdukları noktayı da ortaya koyuyor elbette.
Paris saldırılarından sonra bu doğrultuda açıklama yapanlardan biri de bizzat Beşar Esat oldu. Esat, şiddetle kınadığı saldırıların Suriye halkının iç savaş nedeniyle yıllardır maruz kaldığı saldırılara benzediğini öne sürerek, Fransa’yı bölgede terörizmin yayılmasına yol açan hatalı politikalar izlemekle suçladı. Tıpkı Marine Le Pen ve Véronique Besse gibi.
Hollande’ın sosyalist Valls hükümeti ise, Esat rejimini halkına karşı savaştığı gerekçesiyle Paris saldırılarında “birlikte sorumlu” (coresponsable) görüyor haklı olarak. G-20 için Cumhurbaşkanı Hollande’ı temsilen Antalya’ya gelmeden önce Viyana’da yapılan Suriye toplantısına katılan Dışişleri Bakanı Laurent Fabius, Türkiye’nin de savunduğu gibi, “terörizmle uluslararası alanda mücadelede eşgüdümün artık her zamankinden daha gerekli hale geldiğini” vurguluyor.
Mülteciler politikasına olumsuz yansıma
Paris saldırılarıyla aşırı Sağ’ın güçlenmesi AB içinde ve özellikle Almanya’da mülteci konusu ile ilgili tartışmaları yeniden canlandırdı. Bu konuda en anlamlı açıklama Hristiyan Demokrat Parti’nin (CDU) Bavyera’daki kardeşi CSU mensubu Markus Söder’den geldi. Haftalık Die Welt am Sonntag’a konuşan Söder, “kontrolsüz ve yasadışı göçün böyle devam edemeyeceği, Paris’in her şeyi değiştirdiği” uyarısında bulundu. Söder konuşmasını şöyle sürdürdü: “ bir an önce ülkemize kimlerin geleceğini, kimlerin geçip gideceğini ve kimlerin yerleşeceğini belirlemeliyiz. Haftalardır uygulanmayan hukuk kuralları yeniden uygulanmalı”. Aslında bu açıklama yeni bir durumu ortaya koymuyor çünkü CSU, başından beri Merkel’in mültecileri kabul politikalarına mesafeli duruyor.
İçişleri Bakanı Thomas de Maizière, Söder’in sözlerini eleştirerek, “kimsenin (Paris ile) mülteci politikası arasında aceleyle ilinti kurmaması gerektiğini” söyledi. Koalisyon ortağı Sosyal Demokrat (SDP) kanadından da benzer yönde bir açıklama geldi.
Ne var ki birçok üye devlette bu bağlantıyı kuran politikacılar oldu. Polonya’nın iktidara yeni gelen Hukuk ve Adalet Partisi hükümetinin Dışişleri Bakanı Konrad Szymanski, “trajik Paris olaylarından sonra mültecileri yerleştirme kararının uygulanabilirliğini görmedikleri” açıklamasında bulundu. Macar Dışişleri Bakanı Peter Szijjarto da, Avrupa’nın mülteciler konusundaki kararını değiştirmesini istedi. Yunanistan’da da, üzerinden Suriye pasaportu çıkan teröristin Leros’tan AB’ye giriş yapmış olduğunun anlaşılması üzerine konuyla ilgili tartışmalar alevlendi.
Görünen o ki Paris’i kana bulayan kör terör saldırıları, Daesh tarafından Fransız uçaklarının neden olduğu ölümlerin “intikamı” olarak gösteriliyor olsa da, birçok yöne çekilen sonuçlar doğurabiliyor. Bir taşla birden çok kuşun vurulduğu bir eylemden söz etmek mümkün mü bilmem ama buraya kadar aktardığım gelişmeleri, kör terörün neden olduğu somut gelişmeler olarak not almakta yarar var kuşkusuz.