Her zamanki akşam yürüyüşümü yapıyordum. Karşıdan bir peri kızı gibi süzülerek geldi, mutluluğun önüne katıp hafiflettiği, yerçekiminden kurtardığı bir ruh gibi. Yürümüyor sanki sadece kanatlarını hareket ettiriyordu. Bir an gözlerimiz birbirine değdi. Tanıyorduk birbirimizi, ne yapmalıydık acaba? Yeni bir konuşmanın zahmetine hiç girmeden yolumuza yürüyüp devam etmeli miydik? O biricik anda ya birbirimizin varlığını ve tanışıklığımızı teyit edecek ya da ‘geçmiş artık çok uzak bir ülke’ diyerek kayıtsızlığın çölüne savrulacaktık. İnsana hürmetimiz azalıyor, insanı aziz bilmiyor tam aksine onu hakir görüyoruz. Göz gözü görmüyor, göz özü görmüyor. Bu da bizi kendi içimizdeki asli varoluşa, fıtrata yabancılaştırıyor. Hayatımız halisane bir varoluşa yaslanmadıysa, kınadıklarımıza benzememiz uzun sürmüyor. O biricik anda, onca zaman acı ve tereddüt hikayelerini dinlediğim bu kadının yanından geçip gidemezdim. Üstelik onun derdiyle hemhal olmuş, onun en derin mağarasına çok yaklaştığım bir yere kadar ruhuna sokulmuştum. Sonra bir gün, içinde durduğu noktanın çözümsüzlüğüne değin kesin bir ümitsizlikle ‘Ben artık gelmeyeceğim’ demişti. Belki de ona ne yapması gerektiğini söyleyen ahlakçı yanım, onun elinden tutup karanlık bir ormanda kaybolmasını önleyecek ve sadece onun yanında durmakla bile onu iyileştirebilecek tarafımı alt etmiş ve onu ruhun uzun kış gecesinde yapayalnız bırakmıştı.
‘F !’ diye seslendim coşkuyla, ‘Kaç zamandır göremiyorum seni, nasılsın, ne alemdesin? Kaç kez aklıma geldin biliyor musun?’ Sesimdeki sevinci saklamaya hiç niyetim yoktu. Kocaman bir gülümseme yerleşmişti yüzüme, onun da yüzü mutluluktan ışıl ışıldı. ‘Çok çok iyiyim’ dedi aceleyle bir haber vermek istercesine, ‘Evleniyorum’. Sevilen bir kadının ışıltısı. Sevebilen bir kalbin taçlanıp çiçeğe durması. ‘Hayatta her şey çok iyi gitti şükürler olsun, ben çok iyiyim.’ Bir şaşkınlık bulutu içimde yer değiştirdi. Ovalardan dağlara sonra yamaçlara sonra deniz kenarlarına çimlere bozkırlara ormanlara. Aaa nasıl olur? Nasıl olur? Ben seni bir acının ortasında bırakmamış mıydım? Onca zaman sen o acının ortasına mıhlanmış kalmadın yani, hayatın kendisi sana bir terapist oldu, seni emzirdi, yaralarını sağalttı demek? İç konuşmalar ve hayret. Hayret ve hayret ve hayret. İnsanları bizim onları bıraktığımız yerde bulacağımızı sanıyoruz. Hayat ilerliyor, deviniyor, yerinde durmuyor. Biz giderken niye başkaları geride kalsın ki? Mutlu insanların ruhunda yaralar açılıyor, üzgün insanların ruhundaki yaralar iyileşiyor. Oluş ve bozuluş daima tekrarlanıyor. Ağzımızdan çıkan sözler, çıkmayanları gizliyor. Sloganlar, varoluşsal ıstırabımızı örtüyor. Bütün bu çoraklığın ortasında bir gülü sevebilmeyi istiyoruz. O gülün bizim biricik gülümüz olmasını, bir güneşin sadece bizim kemiklerimizi yakmasını istiyoruz. İnsanın kaderi vazgeçmediğinde değişiyor, zira ‘kader gayrete aşıktır’. Yahut, gayrettir, kaderin kanatları.
Güzel temenniler, ayak üstü vedalaşma. Birbirimizi gördüğümüze sevindik. Ruhlarımıza sadığız hala. Bir daha görür müyüz birbirimizi? Allah, bilir. Ama bu kısa karşılaşmanın bana öğrettiği bir şey var: İnsan kendisi seçmedikçe bir acının içinde çakılı kalmıyor. Hayat bizi de önüne katıp sürüklemek istiyor. Kader daima yeni yollar açıyor. Yani akışlar, yeni çağıltılar. Bazen bir ırmağın çağıltısına eşlik eder gibi gönlümüzü o akışa bırakmamız, Rahmet’in tecelli edeceği anları beklememiz gerekiyor.
Beşuş çehresiyle, hayatı çiçeğe durmuş bir ilkbahar ağacı gibi karşılamaya alışmış olan bir genç kız, adına M. diyelim. O gün çokça üzüntülerin omuzlarının üzerine külçe gibi çöktüğü, yürüyüşünü ağırlaştırdığı günlerden biriydi. Mutlular uçarcasına yürüyorsa, mahzunların da dalgın ve mahcup bir yürüyüşleri vardır. İncittiği yeryüzünden özür dilercesine mahzun basarlar ayaklarını, ağır ağır yürürler, taşıdıkları dert yetmezmiş gibi yolda rastladıkları, dünyada tesadüf ettikleri dertleri de bohçalarına katar, yürüdükçe daha da ağırlaşırlar. Gözleri kimseye değsin istemiyordu o gün, ‘alınır gibi bir bulutun yer değiştirmesinden’, dünyaya küsmeye hazırdı çoktan. Nazımızı da çekmeyecektiyse niye vardı ki dünya? Ama göz bu yerinde durmuyor, tarassut etmek istiyor dünyayı, bir bağ kurmak istiyor. İlişkilenmek, varlığı duymak ve varlığını duyurmak istiyor. Gözleri, yeraltı treninin vagonunda, tekerlekli iskemlesinde babacığıyla didişen, yüksek sesle ona bağırıp çağıran, diğer yolcuları ürküten gence takılıverdi. Babası engelli çocuğunun nazını nazlıyor, alttan alarak evladını susturmaya ve etrafındaki yolculara mahcup düşmemeye gayret ediyordu. M., içinden gelen sesi dinledi ve o ergenlik yaştaki delikanlıya yanaşarak ismini sordu. İnsan için bir umut varsa, o da kendisini iyiliğe çağıran sese kulaklarını tıkamamasıdır. İyilik bazen bizi mıknatıs gibi çeker kendisine, çağrısına karşı koyamazsınız, bizi içine almakla dünyamızı güzelleştirir. İyiliğe çağrıyı hissettiğimiz her yerde lütuf vardır. Orada yerçekiminin bağlarından azadesiniz. Dünya çekimi kuvvetini kaybeder. Manevi bir manyetizmanın tesiri altında ruh adeta kanatlanır. M. o gün o tren yolculuğunda bu dünyada sadece çıkardığı sesle var olabilme imkanı bulmuş, yürüyemeyen, yaşıtları kadar düşünemeyen ama bunun eksikliğini bilebilecek kadar da dünyaya küsmüş bir gençle sohbete başladı. Konuştukça delikanlının öfkesi dindi, konuştukça bir çavlan serinliği üzerlerine sindi. M. beşuş çehresini yeniden kuşanmış, dallarındaki çiçekleri delikanlıya uzatıyor, gülüşüyor, iki dertli omuz omuza vermiş dünyanın yel değirmenlerini sarakaya alıyordu. Delikanlı canlanmış ve sevinçliydi ama az önceki o dertli M. ye de ne olmuştu? O da galiba içinde hâlâ deveran eden sımsıcak bir yürek taşıdığını hatırlamış ve dertlerin geçiciliğini, insanın sadece kalbiyle görebileceğini, kalpten kalbe olan o soylu yolu yürüyebilmenin insanı bir anda iyileştirebileceğini fark etmişti. İki ruhun birbirine dokunabilmesi, Allah’ın bize ihsan ettiği mucizelerden birisidir. M. ağır adımlarla başladığı o akşam yolculuğunu, eve yaklaşırken bir melek kanatlarına asılmış uçarak tamamlayacaktı.
N. İlginç bir adam. Bir Anadolu şehrinde yaşar, sanırsınız bir masal kahramanı. Türkü dinler, dinletir, gönlünde ne varsa sizinle cömertçe üleşir. O akşam da oturup çayları birbiri ardına devirdiğimizde, Neyzen Tevfik’den bir şiir dinletti bana. ‘Izdırabın sonu yok sanma, bu alem de geçer /Ömr-i fani gibidir, gün de geçer, dem de geçer / Gam karar eyliyemez hande-i hurrem de geçer /Devr-i şadi de geçer, gussa-i matem de geçer /Gece gündüz yok olur, an-ı dem adem de geçer’.
Geçer dostum, geçer. Hayat bizi iyileştirir. Şafi olana sığın yeter. Her şey geçer. Güzellik kalır, iyilik kalır, merhamet kalır, dostluk ve muhabbet kalır. Bu dünyada hakikatte uğruna yaşanmaya değer olan ne ise, o kalır. Her şey geçer. ‘Benden sonrası kalır’.