Anlattığımız hikayeleriz
‘Tedbiri terk eyle takdir Hüda’nındır/ Sen yoksun o benlikler hep vehm-ü gümanındır’. Şairlerin sultanı Şeyh Galip böyle sesleniyordu. Bugün ise benlikler her yerde, imgeler panayırında orta yere saçılmış, alıcılarını bekliyor. Tevazu nadir görülen bir erdem, çünkü göründüğün kadar var olduğun bir dünyada benlik de görünür olmayı, mümkünse markalaşmayı istiyor. Halbuki benlik dediğimiz şey hakikaten bir vehim, bir sanı, aldatmaca ve illüzyon. İnsan bütün varlıklardan farklı olarak, çocukluğunu doya doya yaşayan bir varlık. Çocukluk dönemimizde sadece başkalarından öğrenmiyor ama aynı zamanda başkaları gibi olmayı da öğreniyoruz. Kendi benliğimiz olmayı da öğreniyoruz. Yetişkinliğimiz boyunca da benlik patikası çatallanarak yoluna devam ediyor. İş yerindeki benliğimiz evdeki benliğimizden, çocuk benliğimiz anne baba benliğimizden farklılaşıyor. Hangimiz yirmili yaşlardaki benimizin kırklı yaşlardaki benimizle aynı olduğunu iddia edebilir? Hep söylendiği gibi, kim olduğumuz benliğimize dair anlattığımız hikayelerle şekilleniyor. Mevcut anın bilinçli farkındalığı olarak bir ben var, bir de zamanın ortasına salınmış, geçmiş ve gelecek arasında uzanan ve bugünkü etkinliklerimizle tanımladığımız bir benimiz var. Aslında her ikisi de kendimize dair anlattığımız hikayelerden ibaret. Ve bu anlattığımız hikayeler sürekli gelişiyor serpiliyor. Bu hikayeler sayesinde geçmişte olduğumuz kişi ile bugün olduğumuz kişi ve gelecekte olacağımız kişi arasında köprüler kuruluyor. Modern hayat bizi bölük pörçük ve darmadağın yaşamaya mecbur ederken, kendimiz hakkında anlattığımız hikayelerle benliğimize dair derli toplu bir anlatı oluşturmaya çalışıyoruz. Bu hikaye aynı zamanda hayatımızı bir gaye duygusu ile tezyin ediyor ve hayatın en yakıcı, en ıstıraplı sorusu olan ‘Niçin?’ sorusuna bir cevap veriyor. Başımıza gelen kötü şeyler ise anlatageldiğimiz hikayeye meydan okuyor ve bugüne kadar yazıp bitirmiş olduğumuz bölümlerin anlamını sorgulamamıza yol açıyor. Ruhsal travmalar dünyaya itimadımızı sarsıyor ve hikayemizi belirsizleştiriyor, böylece bizi teskin eden o birlik ve gaye duygusunu elimizden alıyor. Ama yine bu sebeple yüz yüze kaldığımız zorluklar bir an için o hikayenin içinden çıkmamıza ve hikayemizin başrolündeki kahraman olmaktan hikayeyi anlatan kişi olmaya doğru heybetli bir sıçrama gerçekleştirmemize yol açabiliyor. Hikaye hikayedir. Özellikle duygusal yaşantılarımızın belleğe kaydedilme ve aktarılma biçimlerine pek fazla güvenilemeyeceğini biliyoruz. Belleklerimiz kimileyin yaşanmış olanın doğru bir kaydını tutamayabiliyor. Hikayelerimizin kusurları, onların gücünü azaltmıyor. Hayatlarımıza dair anlattığımız hikayeler, günübirlik varlığımızı anlam ve gaye duyguları ile donatıyor. Hayatınızın hem ana karakteri hem de anlatıcısı sizsiniz. İşler yolunda gitmediğinde hikayeyi değiştirme hakkınız da sizde mahfuz.
Gürültücü egoyu susturmak
Hal böyle iken kendi benliğimizin bütün dünyayı kaplamasına nasıl izin verebiliyoruz? Tevazu artık o kadar az rastlanan bir erdem ki onu birinin üzerinde gördüğümüzde, atlastan bir elbise gibi ışıyor. Oysa hayatı ben merkezli yaşamak bizi daha mesut kılmıyor. Benliğini geri çekebilen, ‘gürültücü ego’yu susturabilen insanlar hayatla daha tatminkâr bir alışverişe giriyor, hayatın içinde saklı güzelliği ve başka insanların içinde gizlenmiş derinliği daha kolay keşfediyorlar. Günlük hayatın koşuşturması içinde manevi benliklerimizi doyurmayı unutuyoruz.
Mutluluk üzerinde yürütülen araştırmalar, kişisel ilişkilerde samimiyet ve yakınlığın mutluluk ve huzurun önemli belirleyicileri olduğunu gösteriyor. Herhangi bir ilişkideki anahtar unsur ise güven. Güvenebilen insan ve toplumlar daha mutlu bulunuyor. Daha fazla verimlilik ve servet birikimi adına insanlar arasında rekabetin körüklenmesi, Batı toplumlarında hayatı bir at yarışına çeviriyor. Rekabetçi kapitalizm Batı toplumlarında güven hissini giderek daha fazla zedeliyor. Hayattan lezzet alabilmek için dayanışma ve kardeşlik duyguları önemli, bu yüzden bireyler arasında abartılı bir rekabetçilik, huzur ve mutluluğu dinamitliyor. Güven, dayanışma, kardeşlik ve ahenk üzerine temellenen yeni bir devlet biçimine ihtiyacımız var. Hükümetler mutluluğu artıracak önlemleri de düşünebilir : Okullarda yaşam becerileri eğitimi vermek, iş alanlarını genişletmek, çevreyi korumak gibi. İnsanların birbirine daha fazla ihtimam gösterdiği, yardımseverlik ve diğerkâmlığın hükümfermâ olduğu bir toplum, herkes için iyidir. Birbirine iyilik taşıyan insanlar, birbirine mutluluk da taşımış olurlar.
Güven
Gelişim psikolojisinin bize gösterdiği şeylerden birisi de yeni doğan bebeğin doğuştan itibaren ötekine açıklık taşıdığı. İnsan bir kabuk oluşturarak doğmuyor hayır, bir kabuğun içinden çıkar çıkmaz, ruhunu ve ellerini ötekine açıyor. İnsan evladı bir iletişimi başlatmak ve ona cevap vermek konusunda içsel bir donanımla doğuyor. Yani insan a priori güven ile doğan bir varlık. İnsan evladı kendi benliği ile öteki arasında bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde dünyaya uyanıyor. Ben ve öteki arasındaki bu karşılıklı bağımlılık, varlığın özünde bir ontolojik güven bulunduğunu bize söylüyor. Bebeğin başka bir insanoğlu ile ilişkiye girme konusundaki hazır ve açık olmaklığı, bakım vericinin tepki vermediği durumlarda korku ve sıkıntıya yol açıyor. İnsan başka bir insanın yüzünde yankı arıyor. İşte bu yankı arayışı, empati ve ahlakın temel nüvesini oluşturuyor. Benliği aşarak ötekinin duygu ve düşüncelerine sokulabilmek, duyarlı bir bakım veren ile diyalojik bir etkileşim geliştirebilmek ve bakım veren ile duygusal ahenk kurabilmek, anlama ve anlaşılmanın özünü oluşturuyor. Hepimiz bu dünyada hissedilebilmeyi hissetmek istiyoruz. Güven hissi, emniyet ve sürekliliği çoğaltan bir iletişimle gelişiyor. ‘Sana ihtiyaç duyduğumda, orada olacağını biliyorum’. Temel güven duygusu ben ve öteki ilişkisi için ontolojik bir kaynak, anne bebek ilişkisinin özel niteliği adeta güveni şekillendiriyor. Başka insanlara güvenmeyi öğrenmek aslında insanın kendine güvenebilmesi demek, kendine güvenmek de başka insanlara güvenebilmek demek. Çocuk kendi sesine bir yankı bulabildiğinde güvenin ilk tohumu yeşermeye durmuş demektir. Bu karşılıklı duygusal alışveriş, zaman içinde çocuk sosyalleştikçe daha olgun ahlak biçimlerine evrilir. Güven iletişim için yaşamsaldır ve aynı zamanda iletişim ile bir insandan diğerine geçirilir: Bir yükümlülük, bir anlaşma ve etik bir unsur, etik bir bileşen vaat eder. İnsan insana karşı sorumlu, insan insana yazgılı. Ben ve öteki birbirinde görünmek ve tanınmak ister. Her özne kendi potansiyelini, muhatabıyla etkileşim ve iletişim kurarak hayata geçirir. Temel güven, saygı ve bütünlük için ötekine muhtacız. Öteki tarafından tanınmakla kendimizi de tanımış oluruz. Bir insan olarak tanınmak ve insan toplumunun bir parçası olarak sevilmek, kabullenilmek, saygı duyulmak veya affedilmek temel bir insani eğilimdir, hayatta kalmak veya yemek kadar böyledir. ‘İstanbul'a gelince şaşırıp kaldım. Kimse kimsenin yüzüne, gözüne bakmıyordu. Bakacağım bir çift göz bulamadım; kimse de benim gözlerime bakmadı’ diye dertlenmişti Neşet Ertaş usta. Benliklerimizi azıcık geri çekelim ve görüş sahamızı insan kardeşlerimizin ruhunu görebilecek kadar genişletelim. Bir gölge krallığında yaşıyoruz ve ancak birbirimize değebildiğimizde, ruhlarımız birbiriyle karşılaşabildiğinde insan olduğumuzu fark edebiliyoruz. Korku bizi birbirimizden uzaklaştırıyor, güven kalplerimizi birbirine yakın kılıyor.
Burada mısın ey insan? Ses ver.