“Dört kişi parkta çektirmişiz, /Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi…
Anlaşılan sonbahar /Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli /Yapraksız arkamızdaki ağaçlar…
Babası daha ölmemiş Oktay'ın, /Ben bıyıksızım, /Orhan, Süleyman efendiyi tanımamış.
Ama ben hiç böyle mahzun olmadım;
Ölümü hatırlatan ne var bu resimde? /Oysa hayattayız hepimiz.”
Melih Cevdet Anday’ın yukarıdaki fotoğrafı anlatan dizeleri, her aklıma geldiğinde dolaştırır beni.
Bazı fotoğraflar, mevsimlerin bazı anları/karakterleri, bazı sesler/sessizlikler, kokular, esintiler… aslında “bazı” denemeyecek kadar çok şey insana ölümü hatırlatıyor.
Bazen bir mezarlığın hatırlattığından da çok…
Zira mezarlık yaşayana ölümü gösterir. Zihnimizde yaşama fikri sabitken, gördüğümüze inanmayız ki biz.
69 yıl önce 14 Kasım’da ölen Orhan Veli, bana hep ölüme dair gözlerle bakan bir dost gibi gelir.
Bunun nedeni genç ömürlü olmasının yarattığı bir çağrışım değil, bakışlarındaki yaşsızlıktır.
Daha doğrusu bakışlarının bana yaşla, genç ya da ihtiyar bakışlı olmasıyla filan geçiştirilemeyecek kadar hülyalı, mahzun gelmesi.
Kaçamak tebessümüyle bile ölümü hatırlatan o solgun resimleri…
Orhan Veli 10 Kasım 1950’de Ankara’daymış.
Ulus’ta Üç Nal Lokantası’nda buluşmuş arkadaşlarıyla…
Üç Nal isminin, meyhanenin bir Ankara evinin eskiden ahır olarak kullanılan alt katında olmasından geldiği rivayet edilir.
Hoş bir sloganı da vardır mekânın; “Üç Nal’a gelenler, dört nala giderler…”
Ben hayatta sadece bir tek nal bulan o dönemin şairlerini, yazarlarını anarak, adının "İş üç nalla, bir ata kaldı" deyişinden geldiğini hayal etmeyi de severim.
Meyhaneden dönerken belediye çukuruna düşmüş Orhan Veli. Yeni kazılan bir çukura…
Başını vurmuş, dizi yaralanmış.
Ölümün artçı sarsıntısı, dört gün sonra İstanbul’da 36 yaşında beyin kanamasıyla yakalamış onu:
“Bir ölünün hâlâ yatağı sıcak /Birinin saati işliyor kolunda.
Yaşamak kolay değil ya kardeşler, /Ölmek de değil
Kolay değil bu dünyadan ayrılmak.”
Ankara’da bir apartmanın bahçesindeki tek odalı müştemilatta, tek odalı bir evde oturmuş.
Odanın duvarları çatlak, döşeme de berbat. Tuvaleti de yokmuş müştemilatın.
On beş günde bir, tek yapraklı bir edebiyat dergisi çıkarıyorlarmış bir kaç arkadaşıyla. Derginin adı da Yaprak zaten…
Odanın “duvar kağıdı”, Yaprak’tanmış.
Dergiye edebiyat öğretmenliğinden arttırdığı parayla, “Atatürk’le üç defa dans etmiş” Nahit Hanım da katkıda bulunuyormuş.
Zormuş hepsinin halleri, öyle ki Orhan Veli dergiyi çıkarmak için kış ortasında paltosunu satıp, ceketle dolaşmış sokaklarda…
Yıl 1946..
Bu kez Ankara’da Sabahattin Eyuboğlu’nun evinde Orhan Veli.
Herkes salonda otururken, bir genç kız odada sedire uzanmış ders çalışıyor.
Dökülüvermiş dizeleri hemen:
“Uzanıp yatıvermiş, sere serpe; Entarisi sıyrılmış, hafiften (…)
İçinde kötülüğü yok, biliyorum; Yok, benim de yok ama…
Olmaz ki! Böyle de yatılmaz ki!”
Bir seferinde Eyuboğlu’nu bulamamış evde, kapıya bir beyit bırakmış:
“Kapılar, pencereler, savletime (hücum) bigâne (yabancı, ilgisiz): Ses seda yok, bu değil sanki o devlethâne.”
Eyuboğlu ritmi, vezni, kafiyesi yok diye kıyasıya eleştirilen Veli’nin bu beytini Yahya Kemal’e okumuş, “Vay yezit, vay” karşılığını almış.
Eyuboğlu 1 Nisan 1945 tarihli Ulus Gazetesi’nde şöyle yazmış onun için:
“Postacı İstanbullarda arayıp bulamaz diye mektubunu gazeteye veriyorum. (…) Şiirlerini hiç ciddiye almayan ya da ‘ne günlere kaldık’ diye öfkeyle okuyanları üzmeyelim. Bırakalım okusunlar Mehmet Akif’lerini; Mısır filmlerine gitsinler; şairaneyi şiir sanmakta, cicili bicili benzetmelere, buluşlara dudak ısırmakta devam etsinler.
(…) Sanatın bize bildiklerimizi tekrarlamasını, bizim istediğimiz gibi olmasını istedik mi, sanatı gerçekten bir ihtiyaç saymıyoruz demektir.”
Orhan Veli’nin türlü hâllere düştüğünü, ama zevksizliğe düşmediğini de anlatıyor Eyuboğlu:
“Oturduğu yeri, giydiği gömleği, söylediği türküyü, kullandığı kelimeyi bir hoş ederdi. (…) Ne türlü perişanlık içinde olursa olsun üstü başı âdeta kendiliğinden bir çeki düzene girerdi. Kalem tutuşunda, merhaba deyişinde, insan sevişinde ne tabiî, ne sunî diyemeyeceğiniz Orhan Veli’ye mahsus biçimli, rahat, sanatta zevk gibi tarife gelmez bir hâl vardı.” (¹)
Melih Cevdet Anday da başka bir yönüne değiniyor:
“Fakir fukarayla, boyacılarla, garsonlarla, işçilerle gerçekten dostluk ederdi. Harpten önce bir gün fakir bir işçi ile tanışmıştık: Montör Sabri. Sarhoştu, koltuğunda iki okka ekmek vardı. Boyuna evine geç kaldığından bahsediyor, ama bir türlü evinin yolunu tutamıyordu. Ertesi gün Orhan 'Montör Sabri' şiirini yazdı. Geçen yıl Orhan'ı bir lokantada gördüm. Yanında ayağı kesik bir adam vardı. Tatlı bir muhabbete dalmışlardı. Orhan beni görünce Montör Sabri'yi tanımadın mı? dedi."
Daima geceleyin, daima sokakta, daima sarhoş konuştukları Montör Sabri’nin arkadaşı Orhan Veli aklıma düşünce, ardından –aynı yahut farklı sandalla da olsa- mutlaka Sait Faik gelir avare gecelerime.
Onların aşkları, hovardalıkları, ayrılıkları…
“Eski bir sevdadan kurtulmuşum /Artık bütün kadınlar güzel”.
Cemal Süreya'ya göre Orhan Veli, “Şiire kasket giydirdi. Şiiri sivilleştirdi. Şiire elma yemesini öğretti”…
Salah Birsel’e göre, “Orhan Veli’nin önemi şairaneliği yıkmış olmasında değil, şiirin, sanatın bu yanını sezmiş olmasındadır.”
Şiiri sokağa çıkarmıştır, geçimsizliği ondandır belki:
“Uyuşamayız, yollarımız ayrı; Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi…”
Hep yazdı… Öleyazdı, ölesiye öyle yazdı.
Başında hep kelime bulutları…
Öldüğünde cebinden çıkan diş fırçasını sardığı kağıtta da bir şiir yazılıymış:
“Aşk Resmigeçidi”…
Ispanağı çok severmiş, hele puf böreğine bitermiş.
Elbet üzerinde tek bacaklı horoz olduğu için “tek bacak” denilen, 49’luk rakıyı da…
Sözü yine Eyuboğlu’na bırakayım:
“Şair An-Ju öldü /Şimdi o /Bir yaz denizi gibidir.
İlâhi Orhan, demek bunun için yaptın (…), bir yaz denizine benzemek için.”
Yosun kokusunun sahilde yaşayan çocuklara hiç bir şey hatırlatmadığını ondan, denizi özlediğimde gökyüzüne bakmayı Sabahattin Ali’den öğrendim.
Artık biliyorum ki insanı boş günleri dolduruyor.
BİR FİLM/BİR REPLİK
Baba: Hindistan'ı terk ediyoruz.
Oğul: İyi ama nereye gideceğiz? Bizim hayatımız burada baba!
Baba: Kanada'ya, Kolomb gibi denize açılacağız.
Oğul: Ama Kolomb Hindistan'ı arıyordu…
Life of Pi, Yön: Ang Lee.
(¹) Sabahattin Eyuboğlu Cilt 1: Söz Sanatları, Cem Yayınevi, 1981.