Gazeteciliğin en güzel tariflerinden birinde, onun ‘temas ve mesafe mesleği’ olduğuna işaret edilir.
Gazeteciliğin temas etmeksizin icra edilemeyecek bir meslek olduğu apaçıktır da, mesafenin de en az onun kadar önemli olduğu ilk bakışta anlaşılmaz. Hatta ilk bakışta tam tersi geçerliymiş bile sanılabilir. Yani, ne kadar çok temas ve samimiyet, o kadar çok haber ve gazetecilik.
Temas ve mesafe arasında bir denge arayışının ifadesi olan bu tanım, başta devlet olmak üzere gazetecilerle güç odakları arasındaki ilişki için de esaslı bir referans teşkil eder. Nasıl ki güç odaklarıyla hiç temas etmeksizin gazetecilik yapılamazsa, onlarla sıkı fıkı ilişki halinde de iyi, kamusal gazetecilik yapılamaz.
Balbay’ın yeni gazetecilik tanımı
Mustafa Balbay, zamanın hükümetine ‘ayar’ vermek için toplanan generallerin sözlerini not aldığı günlükleri ortaya çıkınca ilginç bir şey söylemişti: Bir gazeteci olarak o notları ileride yazacağı kitap ya da kitaplar için tutmuştu, toplantıların yapıldığı günlerde doğrudan şahidi olduğu sözleri gazetesinde haberleştirmemesinin nedeni buydu.
Balbay böylece yeni bir gazeteci tanımı yapmış oluyordu. Bu tanımı doğru kabul edersek, gazeteci, izlediği olayları ‘sonradan kitaplaştırmak üzere’ kendine saklayan, saklama hakkı olan biri haline geliyordu.
Bu tuhaf tez, belki magazin vb. türü kamusal önemi zayıf haberler için geçerli olabilirdi. Fakat, bir darbe faaliyetini haberleştirmeyip ‘sonradan kitaplaştırmak üzere’ kendine saklamak, ortalığa dehşet saçan bir mafya örgütlenmesinin faaliyetlerini benzer bir muameleye tâbi tutmak gibi bir şeydi. Siz kitabınızı bastırana kadar kimbilir kaç kişi ruhunu teslim edecektir!
Taptaze benzer bir vaka
Zaman gazetesinin eski genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı bir süredir yayımladığı videolarda, gazetecilik günlerinde şahit olduğu, çoğu Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AK Parti) yönelik eleştiriler içeren olayları, ‘hatıralar’ formatında anlatıyor.
Bunların sonuncusu, bu yazının başlığına cuk oturan bir içerikte…
Dumanlı’ya göre, 696 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin iktidarın ‘milis gücünü’ oluşturmaya yönelik olduğu doğruydu ve Başbakan Erdoğan bu yöndeki fikirlerini 2013 Haziran’ındaki Gezi eylemleriyle birlikte geliştirmeye başlamıştı. Ekrem Dumanlı bunu biliyordu çünkü bizzat kendisi Erdoğan’dan dinlemişti.
Fakat kamuoyu bilmiyordu, çünkü büyük ve etkili bir gazetenin genel yayın yönetmeni olan Dumanlı bu şok edici gelişmeyi haberleştirmemişti.
Cumhuriyet mitinglerinde bambaşka bir Erdoğan
Ekrem Dumanlı, 2013 Erdoğan’ını anlatmaya başlamadan önce, onun 2007’deki Cumhuriyet mitinglerinde nasıl ‘meşruiyetçi’ bir çizgide olduğunu anlatıyor. Biz de o sırayı izleyelim… Bakın 2007 Erdoğan’ı bizzat Dumanlı’nın kişisel tanıklığıyla nasılmış:
“(…) Kapıdan içeri girdiğimde bitkin, yorgun, umutları sönmüş bir adama rastladım. Teselli etmeye çalıştım. Bu iş atlatılır, şöyle geçer, böyle geçer. (…) O zaman çok hoşuma giden bir cevap verdi. Elhak, o gün de bugün de takdir ettiğimi bin defa konuştum, söyledim. ‘Ne yapayım Ekrem’ dedi, ‘insanlar Cumhuriyet mitingleri yapıyorlar, tepkilerini gösteriyorlar, 300 bin insan, 500 bin insan toplanıyor. Ne yapayım, bu sivil insanların üzerine insanları mı göndereyim, vatandaşı birbirine mi kırdırayım?”
Gezi olayları: ‘Erdoğan milis gücü kurmaya karar veriyor’
Dumanlı’nın doğrudan tanıklığına göre, bundan altı yıl sonra, 2013’te bambaşka bir Erdoğan vardır artık. Sahne: Gezi olaylarından bir hafta sonra, Dumanlı Başbakan Erdoğan’ı ziyaret ediyor:
“Kendisini yanımda bir meslektaşım ve bir işadamıyla ziyaret ettim. Cezayir’den yeni dönmüştü, Gezi olayları devam ediyordu. Erdoğan, Cezayir Başbakanı’nın tavsiyesini anlattı bize: ‘Sen bunlarla devlet güçlerini kullanarak mücadele edemezsin. Bizim de başımızda böyle bir bela vardı. Biz en sonunda çareyi sivil vatandaşları, taraftarlarımızı bunların üzerine göndermekte bulduk, meseleyi böyle çözdük.’
“Erdoğan’ bunu aktarınca, aman efendim öyle şey olur mu, memleket uçuruma gider, iç savaş çıkar, vahşet olur, dehşet olur, Anayasa askıya alınır, Türkiye haydut bir ülke haline gelir, dedim. Fakat dinletemedim. (…) Yüzde 50’yi evinde tutamıyorum fikrinin altında da demek ki bu varmış.”
Dumanlı’dan biz şimdi ancak ‘hatıralar’ dolayımıyla öğreniyoruz ama, o günlerde konuyu açtığı bazı başka meslektaşları da olmuş:
“Duyduğumda kulaklarıma inanamadığım bu sivilleri sivillerin üzerine sürme planı konusunda ben Erdoğan’a söylenmesi gereken her şeyi söylediğimi düşünüyordum. Dünyada da ahirette de mahcup olmyacak şekilde ‘bu doğru değildir, bu memleketi bir ateş çemberinin içine atmaktır, uçurumun eşiğine getirmektir, dedim mi, dedim. Gönlüm bu açıdan rahat. Bunun dünyevi cezası, sıkıntısı nedir, bunu da öpüp başımıza koyduk mu, eyvallah.
“Fakat benim içime dert oldu. Dedim ki, belki Erdoğan’a benden daha yakın bazı arkadaşlar daha etkili bir şeyler söyleyerek onun bu yanlıştan dönmesine sebep olabilirler.”
Dumanlı, bu düşüncelerle, zaten bir toplantıda buluşacağı bazı gazeteci arkadaşlarını toplantı saatinden bir saat önce çağırmış ve:
“Dedim ki gelin bir araya gelelim, size bir şey soracağım. Çok arkadaş geldi, onlardan aklımda kalanlar, onların da affına sığınarak söyleyeceğim, çünkü gizli bir şey değildi; Akif Beki vardı, Mustafa Karaalioğlu vardı, Abdullah Kılıç, Eyüp Can ve başka gazeteci arkadaşlar…
“Onlare dedim ki, arkadaşlar ben geçen hafta Başbakan Erdoğan’ı ziyaret ettim ve kulaklarıma inanamayacağım feci bir şey duydum. Parti kapatma sırasında ‘Ben vatandaşımı vatandaşıma kırdırtmam’ diyen adam gitmiş, ‘bu adamların üzerine adamlarımı göndereceğim’ diyen başka bir adam gelmiş.
“(…)
“Arkadaşlar dedim, 2007’de Cumhuriyet mitinglerinin kışkırtıcılığına bile tahammülle yaklaşan bir zihniyet gitmiş, eline sopa alıp bu adamlara bir ders vermek gerekir düşüncesi hakim olmuş… Bunun farkında mısınız? Benim rastladığım Erdoğan geçici bir kızgınlıkla mı bunları söyledi, yoksa bir zihniyet değişimi mi var?
“Ben böyle deyince, ismini söylemeyeceğim, ama Erdoğan’la uzun yıllar çalışan bir arkadaş dedi ki, ‘Sen yeni uyanmışsın, sana ilk defa söylemiş. Abi, adam maalesef ve maalesef rayından çıktı dedi. Aynen kendi ifadesi…”
Yoksa vakit çok mu geç?
İşte böyle… Anlattıkları doğruysa, Dumanlı’nın bildiğini başkaları da biliyormuş, fakat onlar henüz konuşmadığına göre onları şimdilik dışarıda tutabiliriz.
Ekrem Dumanlı, videosunun sonunu bağlarken, 696 Sayılı KHK çıkınca, bu konuda konuşmanın vaktinin geldiğini söylüyor. (Yoksa vakit çok mu geç?)
Bu ikrarın, bir zamanlar kurulmuş ittifakın çökmesine ve kardeşlerin düşman kesilmesine bağlı olduğunu biliyoruz, ittifak sürseydi bunları hiçbir zaman duymayacaktık. Mustafa Balbay örneğinde ise, vesayetçilerle zihniyet ortaklığı sürdükçe tuttuğu notları hiçber zaman öğrenemeyecektik.
Her iki olayın ortak noktası ise şurada: Gazeteci, başta devlet olmak üzere şu veya bu nedenle güç odaklarına fazla yaklaşmışsa, kamusal önemi ne kadar büyük olursa olsun, bazı haberleri ondan öğrenmemiz mümkün olmayacaktır. Belki ileride, konjonktür uygun olursa… O arada darbe mi olmuş, milis tartışmalarına yol açan KHK mı çıkmış, bunlar da bu tür gazeteciliğin sıradan maliyetleri işte…