Bazı dini rehberlerin kadınlara nasıl davranılabilineceğine dair sıkıntı yaratan önermeleri üzerine, dinin ‘güncellenmesi’ geçen ayın en hararetli tartışmasını oluşturdu. Kast edilen Müslüman’ca bir hayatın günümüz koşullarına ve anlayışına adapte edilmesiydi.
Tartışmaları biraz da keyifle izleyen laik kesim, Türkiye’de İslam meselesinin ‘nihayet’ bu noktaya gelmesinden memnun olmuş ve Kemalist pozitivizmin haklı çıktığını sanmış olabilir. Ama meselenin bu denli yüzeysel olmadığını akılda tutmakta yarar var. Bugün Müslümanların sıkıştığı noktanın İslam’a özgü bir durum olmadığı, bütün dinlerin aynı sorunla sürekli olarak karşı karşıya bulunduğu açık… Yüzyıllar önce ortaya konmuş herhangi bir öğreti veya inanç sisteminin, her ne kadar kendisine uhrevi bir dayanak atfetse de, hayatın değişimine direnmesi mümkün değil.
***
Bunun için ‘reform’ geçirmek gerekmiyor. Nitekim Musevilik ya da Hinduizm de reform geçirmedi. Hıristiyanlıkta yaşanan ve adına ‘reform’ denen olgu ise, sonuçta kitabın aslına dönme ve Yaradan ile inançlı kişi arasındaki katmanları kaldırma hedefini öncelemiş ve sosyolojik açıdan Protestanlık şemsiyesi altında geniş bir çoğulculuğun ortaya çıkmasına vesile olmuştu. Eğer bugünkü olumsuz anlamına takılmazsak, ‘reform’ denen şey bir püritanizm ve fundamentalizm hareketi olup, dini değiştirmek bir yana, ‘aslına’ dönmeyi savunuyordu.
Kısacası ‘reform’, Türkiye tipi laiklerin dinle ilgili sığ hayallerini yansıtmaktan öte bir anlam ifade etmiyor. Ancak bu durum Müslümanlar açısından ‘sorunu’ ortadan kaldırmıyor. Onların sorusu şu: Hayatın giderek hızlanan akışını veri aldığımızda, yüzyıllarca önce kayda geçmiş bir metnin ve o dönemin olaylarının, bugün ve gelecekte daima kutsal bir referans olarak kalabilmesi, oradan türetilecek doğruların bugün ve gelecekte de ‘örnek’ vasfını koruması mümkün müdür?
Kabul etmek gerek ki Müslümanlar diğer dinlerin takipçilerine nazaran bu açıdan daha ‘zor’ durumdalar. Çünkü İslam gündelik hayata dair ahlaki davranış normlarını vermekle kalmayıp, neredeyse adabı muaşeret ilişkilerine ve toplumsal hayatın özelliklerine dair de kurallar getiriyor. Ne var ki tüm geleceği ve her beşeri alanı kapsayacak şekilde davranış kodlarının varlığı ile gerçek hayatın taleplerini gerçekçi şekilde bağdaştırmak kolay olmayabiliyor. Nitekim müftülük müessesesi, fetva arayışı ve genelde rehber ihtiyacı dinin gerekleri ile hayatı uyumlu hale getirme zorunluluğunun sonucu…
Her din ‘bağnazlaşma’ ihtimalini içinde taşır. Bu durum dinlerin kendi özelliği değil, dindarların onu kalıplaştırma ihtiyacından doğar. Öte yandan yine her din ‘yüzeyselleşme’ ihtimalini de içinde taşır. Bu da asli bir nitelik olmayıp, dindarların dini basitleştirme, kolaylaştırma, ‘hap’ haline getirip ezberleyerek sorumluluktan kaçma dürtüsünden beslenir.
İslam’ın gündelik detaya inen öğretisi dindarın yüzeyselliğine mahkum düşebiliyor. Detaycılığın kutsanması eğilimi ile birlikte bazen bunun bağnazlığa kadar gidebildiğini görüyoruz… Müslümanların kendi inançlarına sahip çıkmaları, bu konuları açık yüreklilikle ama derinliğine konuşabilmelerine muhtaç… Dini otorite üzerinden meseleyi halletmek hızlı ve cazip bir çözüm yolu gibi gözükse de, söz konusu konuşmayı engellediği oranda yüzeyselleşmeyi artıracaktır. Bu yüzeyselleşmeye siyasi meşruiyet sağlama çabası ise fırsatçılığı ve bağnazlaşmayı davet eder.
***
Dinlerin evrensel bir ‘sorunu’ olduğunu akıldan çıkarmamak lazım… Hiçbir zaman beşeri zihnimizle kavrayamayacak olduğumuz Yaradan’ın bizden ne istediğini ‘bildiğimizi’ öne sürmek fazlasıyla ‘cesur’ bir adım. Öte yandan sayısız dinin varlığı, göreceli bir konumda olduğumuzu, inancımızın ‘gerçekten’ de en doğru dini işaret edip etmediğini de ‘bilemeyeceğimizi’, sadece buna ‘inanabileceğimizi’ ima ediyor.
O nedenle işin esasında güncellemeyi dinde değil, zihinlerimizde aramak gerekiyor… Dinden uzaklaşmak için değil. Yüzeysellik ve bağnazlığın çekiciliğinden kurtularak, öğretinin derindeki aydınlatıcı mesajını kavrayabilmek için.