Konda’nın “10 yılda ne değişti” başlıklı raporunun açıklandığı gün, ben de siyaset bilimci Onur Atalay’ın geçtiğimiz yıl yayımlanan Türk’e Tapmak adlı kitabını bitirmek üzereydim. (Kitabın alt başlığı: Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm.)
Konda’nın araştırmasının Türkiye’de son 10 yılda yüzde 1’den yüzde 3’e çıkan inançsızlıkla ilgili bölümlerini okuyunca, zihnim kaçınılmaz bir çağrışımla kitabın başlangıç bölümlerinde yer alan yakın tarihimizdeki benzer dönemlere kaydı.
Bu yazıda, Atalay’ın kitabından yararlanarak, Osmanlı’nın son dönemiyle Cumhuriyet’in başlangıç yıllarına tarihlenen iki dönemdeki artan inançsızlık eğilimi ile günümüzdeki inançsızlık eğilimi arasındaki benzerlikler ve farklılıklar üzerinde duracağız.
Osmanlı’nın son dönemindeki bilim ve pozitivizm temelli inançsızlık eğilimi ile Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Medeniyet (Batı) ve seküler yaşam tarzı temelli inançsızlık eğilimi hakkında herkes gibi ben de genel bilgilere sahiptim, fakat bir doktora çalışması olan kitaptan bu eğilimin hangi boyutlara ulaştığını öğrendiğimde doğrusu çok şaşırdım. Zikrettiğim dönemlerdeki inançsızlık eğiliminin bugünkünden çok daha radikal ve keskin olduğunu öğrenince eminim siz de çok şaşıracaksınız.
Fakat önce Konda’nın araştırmasının ilgili bölümüne kısaca bir göz atalım…
“Ateistim” diyenler: Yüzde 1’den yüzde 3’e
Konda’nın “10 yılda ne değişti” başlıklı “veri ambarı”nda 2008 ve 2018’de yapılmış hayat tarzları araştırmaları karşılaştırılıyor. “Dindarlık”, bu karşılaştırmaya konu teşkil eden başlıklardan biri…
Buna göre, dindar olduğunu söyleyenlerin oranı 10 yıl içinde yüzde 55’ten yüzde 51’e düşmüş. “İnançlılar” yüzde 34’ten 31’e, “sofular” yüzde 13’ten 10’a gerilemiş.
Fakat asıl önemli değişim, kendisini “ateist” ya da “inançsız” sayanlarda. Bu oran ateistlerde yüzde 1’den yüzde 3’e, inançsızlarda da yüzde 1’den yüzde 2’ye çıkmış.
Konda yöneticileri, bu rakamları “Dindarlık yapısı değişmiyor; ancak, inançsızlar daha görünür olmaya başlamış” diye yorumluyor.
Acaba Konda yöneticileri, kurumsal bir dini reddeden fakat Tanrı inancını sürdüren, dolayısıyla kendini “ateist” ya da “inançsız” saymayan ve geçtiğimiz yıl kendilerinden çok söz ettiren “deistler”le ilgili bir karşılaştırma yapsalardı nasıl bir sonuç elde ederlerdi? Acaba 10 yıl önceki beyanının tersine artık dindar olmadığını söyleyen yüzde 4’lük kesimin bir bölümünü onlar oluşturuyor olabilir mi?
“Deistler” parantezi
Konda’nın araştırmasında yoklar ama, mademki biz Osmanlı’nın son dönemindeki ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki dinden uzaklaşma eğilimiyle bugünkünü karşılaştırıyoruz, bugünkü eğilim içinde önemli bir yekûn oluşturması gereken “deizm”le ilgili de birkaç hatırlatma yapmadan geçmeyelim.
Bir ilahiyat hocasının, “başörtülü fakat deist” öğrencileriyle ilgili sözlerinden sonra hızlanan deizm tartışmalarını hatırlayacaksınız… Her ne kadar Diyanet’in ve muhafazakâr siyasetçilerin “bizde olmaz öyle şeyler” itirazlarına rağmen bir süre sonra özellikle gençler arasındaki varlığı teslim edilen deizme kayışın nedenlerinin başında, dinin lafzı ile dini taşıma iddiasındaki kişilerin (siyasetçiler dahil) pratiği arasındaki fark gösterilmişti.
Modernizm ve modern hayat, tabii bir başka etmendi, ki ben de “Deizmin döl yatağı: Modernizm” başlıklı yazımda buna dikkat çekmiş, şöyle demiştim:
“Türkiye’de gençlerin deizme kaydıklarını dile getiren ilahiyatçılara göre bunun başlıca nedeni ‘sahnede dini temsil ettiğini söyleyen insanların eylemleri…’
“Bu figürlerin, olumsuz rol modelleri olarak kurumsal dinden uzaklaşma eğilimini güçlendirdikleri muhakkak. Fakat deizm asıl çekiciliğini, modern-seküler hayatın iğvası ile dinin vecibeleri ve kuralları arasında sıkışmış gençlere, inancı da içeren ‘popülist’ bir çıkış yolu sunmasından alıyor.”
Öyle veya böyle, dindar gençler arasındaki deizm eğilimi, artık kendilerini tatmin etmeyen bir anlam dünyasının dışına çıkma, cari dinle aralarına bir mesafe koyma eylemi anlamına geliyor. Mücahit Bilici’nin sözleriyle, gençler, “Yamulmuş, bozulmuş, yozlaşmış bir dinden kaçıp Allah’a sığınıyorlar.”
Osmanlı’nın son dönemi
Şimdi artık Onur Atalay’ın kitabına ve yakın tarihimizde dinden uzaklaşma, inançsızlık, ateizm, deizm gibi kavramlarla karşılanabilecek eğilimlerin belirgin bir şekilde kendini gösterdiği zaman dilimlerine dönebiliriz.
Başlamadan önce, kitapta da vurgulanan bir rezerve işaret edelim: Sözü edilen bütün bu eğilimler elbette kentlerle ve kentlerdeki eğitimli kesimlerle sınırlı. Kırsal kesimlerde İslam inancı, herhangi bir kuşku içermeksizin hâkimiyetini sürdürüyordu.
Onur Atalay, Osmanlılar’ın son dönemindeki “inanç krizi”ni (kendi deyişi) anlatmaya, işte bu rezerve işaret eden “19. Yüzyılın sonlarında İslâm, entelektüel kesimde cazibesini hızla yitirmeye başlamıştı” cümlesiyle başlıyor ve dönemi, çeşitli yazarlara atfen şöyle anlatıyor (dipnotlarda atıf yapılan yazarları, aşağıdaki alıntıda parantez içinde gösteriyorum):
“19. yüzyılın sonlarında İslâm, enetelektüel kesimde cazibesini hızla yitirmeye başlamıştı. Niyazi Berkes, Abdülhamid dönemi mekteplerinde yetişenler için (ki sonradan Cumhuriyet’i kuran kadro olarak karşımıza çıkacaklardır) ‘Dinden, şeriattan, gelenekten, maneviyattan o denli çok söz edilen bir dönemde, karanlık fikir ve inançlara isyan eden bir kuşak yetişiyordu. Bu kuşağın başlıca özelliği de inançları inkâr ve materyalizmdi’ diye yazıyorsa da, muhtemelen durum bundan biraz daha karmaşıktı.
“(…)
“19. yüzyılın sonundaki tüm İslâmileştirme çabalarına rağmen, devletin yeni modern okulları, ‘çoğunlukla pozitivist, materyalist ve ilimperest fikirlerle aşılanmış bürokratlar, subaylar, profesyoneller ve aydınlar yeteştiriyordu’ (Amit Bein). Bu dönemde bir yüksekokul öğrencisinin namaz kılması artık şaşkınlıkla karşılanmaktaydı (Mehmet Ö. Alkan) veya 1915-16 (hicri 1331) yılında Darülmuallim’in öğrencileri arasında yapılan bir ankette 90 öğrenciden 89’u dinle alakalarının olmadığını veya dine ancak reform yapıldığı takdirde olumlu yaklaşacaklarını belirtiyorlardı (Nuray Mert). Jön Türk subayları içinse, konyak içip domuz eti yemek adeta bir onur meselesi halini almıştı (Bernard Lewis).”
Cumhuriyet ve Tek Parti dönemi
Osmanlı’nın son dönemindeki dinden uzaklaşma ve inançsızlık eğilimini, devletin tam tersi yöndeki çabalarına ve propagandasına rağmen ortaya çıkma özelliğiyle günümüzdeki duruma benzetebiliriz.
Oysa bu iki dönem arasında yer alan, yani Cumhuriyet’in ilanından sonra başlayıp Tek Parti’yle devam eden dönemde, devlet, toplumun dinden uzaklaşması (en azından dinin bireylerin vicdanlarına hapsedilmesi) için aktif çaba sarf eden bir aktör durumundadır.
Peki, bu dönemdeki dinden uzaklaşma ve inançsızlık eğiliminin tümüyle devletin bu tutumundan kaynaklandığını söyleyebilir miyiz?
Onur Atalay’ın kitabında yer alan bilgiler, bu dönemdeki eğilimde baskının yanı sıra, Cumhuriyet kentlilerinin Batı düşüncesinden ve Batılı seküler hayat tarzından etkilenmelerinin de rolünün olduğunu ortaya koyuyor. Yani hem baskının hem de rızanın ürettiği bir süreç bu.
Kitapta yer alan ve bu dönemin atmosferini gösteren birkaç çarpıcı pasajı da dikkatinize sunayım:
“Oruç tutmaya kalktılar, namaz kılmaya kalktılar…”
“Dönemin hâkim entelektüel havasını takip eden radikal kanada mensup yönetici elitler, İslâm’ı o zamanlarda dahi miadını doldurmuş bir kurum olarak görürler. Kazım Karabekir, daha 1923 yılında, Mahmut Esat (Bozkurt), Tevfik Rüştü (Aras) (ki ikisi de sonrasında uzun yıllar bakanlık -Dışişleri ve Adalet- yapacaklardır) ve Ali Fethi’nin (Okyar) (ki sonrasında Başbakanlık yapacaktır) İslâm’ı kaldırmanın propagandasını yaptıklarını aktarır.” (Uğur Mumcu’nun Kâzım Karabekir Anlatıyor kitabından).
“(…)
“Geçmişte dindar olarak bilinen zatlar, Hasan Âli’den Memduh Şevket’e kadar, artık ‘dindar gözükmemek için’ ellerinden geleni yapıyorlardır. Mebus olan eski bir hoca, poker oynayıp rakı içerken Allah’a küfretmektedir. Konya’da yine eski bir mebus ve eski bir hoca, camileri ve mescitleri hâlâ neden yaşattığımızı sorar Mustafa Kemal’e (Ahmet Hamdi Başar).
“(…)
“1935’te Meclis’e giren ilk kadın vekillerden Fakihe Öymen’in İsmet İnönü dönemi hakkında hayıflanarak söyledikleri önemlidir: ‘Atatürk’ün yolunda yürümüş olsaydı, her şey başka türlü olacaktı. Atatürk öldükten sonra birçok dostlarımız var. İsmet Paşa zamanında oruç tutmaya kalktılar, İsmet Paşa zamanında namaz kılmaya kalktılar (Arı İnan).”
Sadece elitler değil…
Onur Atalay, yönetici elitte dine karşı benimsenen bu pervasız tutumun hemen akla getirdiği o soruyu da soruyor:
“Peki ama, yönetici elit, İslâm’ın rıza sağlayıcı muazzam gücünü kullanmaktan vazgeçmeyi nasıl göze alabilmişti?”
Yazarın bu soruya verdiği cevap, Tek Parti dönemindeki dinden uzaklaşma eğiliminin yönetici elit ya da entelektüellerle sınırlı olmadığını ortaya koyuyor:
“Anlaşılan, halkın da kendileri gibi hızla İslâm’dan uzaklaştığını veya uzaklaşacağını düşünmekteydiler. Gerçekten de dönem itibariyle sadece yöneticiler değil, halk (en azından şehirli orta ve üst sınıflar) arasında da dinin formal yapısına karşı soğukluk gözle görülür bir hal almıştır.”
Yazar, kitabında dinden uzaklaşma ve inançsızlık eğiliminin çeşitli kesimlerdeki görünümünü çok sayıda örnek ve atıfla uzun uzun anlatıyor, fakat ben bu kadarını aktarmakla yetiniyorum.
Eski dönemler tarih oldu ve en azından gazetecilerin ve aktüel yorumcuların ilgi alanının dışına düştü. Fakat günümüzdeki dinden uzaklaşma ve inançsızlık eğilimi için aynı şeyi söyleyemeyiz.
Bu cümleden olmak üzere, ben de ara ara bu önemli sosyolojik olguya eğilmeye devam edeceğim.