Tuhaf bir zamanda yaşıyoruz, inanmayan aynaya baksın. Her birimiz teker teker bu çağın sıradışılığının delilleriyiz. Mesela, geçenlerde İngiltere’de bilgi edinme yasası kapsamında vatandaşlık hakkını kullanmak isteyen biri savunma bakanlığını aramış. Ve olası bir zombi istilasına karşı hükümetin önlem alıp almadığını sormuş. Bunun üzerine savunma bakanlığı, zombi salgınının da potansiyel afet senaryolarının arasına alındığı açıklaması yapmış. Eminim İngiliz vatandaşları bu açıklamadan sonra derin bir nefes almıştır. Tabii İngiltere’de bu gelişmeler yaşanırken, ABD geri kalır mı? Güvenlik bakanlığı, yeni afet planını “Eğer zombi saldırısına hazırsanız; kasırga, salgın hastalık, deprem ve terör saldırısına karşı da hazırsınız demektir,” başlığı altında sunarak hemen arayı kapamış.Bostancı sahilinde kumsalda oturmuş denizi izlerken, ben de hepimiz adına üstüme düşen vatandaşlık görevimi yapıyor, yani olası bir zombi salgını baş gösterirse olabilecekler konusunda kafa yoruyordum. Meş’um sorunun cevabını aramaya iyice dalmıştım ki, yaşadığım yüzyılın tuhaflığına yakışır bir olay vuku buldu. Az ötede kumda oynayan sekiz dokuz yaşlarında bir çocuk dönüp deniz kumu ile kaplı kollarını annesine göstererek heyecanla bağırdı: “Anne bak ben zombi oldum!”Bu tevafuk beni, İngiliz vatandaşının savunma bakanlığından aldığı cevap kadar şaşırtmış, zombi felaketine hazırlanan ABD halkı kadar heyecanlandırmıştı.Voodoo dinine ait bir kavram, nasıl olmuştu da evrensel bir ilgi odağı haline gelivermişti?Zombileri dünya korku geleneğinde gelmiş geçmiş en popüler korku figürüne dönüştüren şey o muhteşem uyum kapasiteleriydi. Toplumla birlikte o da değişim geçirmişti. Yaşadığı değişimler üzerinden Zombi figürünü kabataslak olarak üç kuşağa ayırabiliriz. Haitili Zombiler, George Romero’nun Yaşayan Ölüleri ve Enfekte Zombiler.Hikâye, Afrikalı zencilerin şeker tarlalarında çalıştırılmak için gemilerle Haiti’ye getirilmesiyle başlıyor. İnanışa göre, Voodoo rahipleri, insanın ruhunu ele geçirip onu köleleştirme gücüne sahiplerdi. Büyücü doktor, hazırladığı zehirli tozukurbanın yüzüne üflediğinde kişi derin bir transa geçip hissizleşiyordu. Duygu ve düşünceden arındırılmış steril beden, bir makine gibi emre amade hale geliyordu. 19. yy sonlarında Amerikalı yazar Victor Halper’in bu söylentiden yola çıkarak bir tiyatro eseri kaleme aldı. Oyunun 1932 yılında White Zombie adıyla sinema perdesine taşınmasıyla da popüler kültüre giriş yapmış oldu. Böylece, kolonyalizm, dünyayı köleleştirirken, kölelik de zombilik kavramını evrenselleştirmeye başlamıştı.1968 yılında, George Romeron’un Yaşayan Ölülerin Gecesi adlı filmi, zombi figürünü alıp bambaşka bir mecraya taşıyana dek zombi sadece bir emperyalizm eleştirisinden ibaretti. O sıralarda, 60’lı yılların Avrupası şimdiye kadar deneyimlemediği bir toplumsal bunalımın pençesindeydi. Bireyselleşme bunalımı. Özellikle, 1968 yılı, toplumsal gerilim ve çatışmaların had safhada olduğu zamanlardı. Otorite ve hiyerarşik değerler karşı-kültür tarafından saldırıya uğruyordu. Romero, zombi kavramını birey toplum çatışmasının bir metaforu olarak zenginleştirdi. Romero’nun zombileri ilk kuşak zombiler gibi sessiz sakin değillerdi, yıkıcı ve saldırgandı. George Romero, onları yamyamlık özelliğini ekleyerek başka bir boyuta taşımıştı. Artık, vahşi kapitalizmi ve umutsuzluğun insan doğasındaki yıkıcılığını da betimliyorlardı.Zombiler popüler kültür içindeki son mutasyonlarını 21.yy’ın başında geçirdiler. Artık insanın karşısında, emperyalizm, kapitalizm, faşizm gibi elle tutulur bir düşmanın olmaması bunun en büyük sebebiydi. Düşman artık belirsiz, karmaşık ve her an her yerdeydi. Hem uzaktaydı hem de çok yakındaydı. Özünde belli bir sureti yoktu ama her an her kılıkta yolumuzu kesebilirdi. “28 Days” ve “Resident Evil” gibi filmlerin daha çok viral salgın felaketi üzerinden konuya yaklaşmaları değişen düşman algımızın sonuçlarından biridir.Düşman algımızdaki bu değişim bizi iyice savunmasız hela getirince; toplumsal kaygılar da zıvanadan çıkmaya başladı. Bu sorun, görünmez düşmanın zombi figürü ile realize edilmesine neden oldu. ABD Güvenlik Bakanlığı’nın da dediği gibi, ne de olsa, zombi salgınına hazırlıklı olan dünyadaki her türlü felaketle başa çıkabilirdi.Düşmanı hep dışarıda arayan kuşkulu gözler, zombilere kaygılarımızın figüranlığını yaptıra dursunlar, asıl tehlikeyi göz ardı etmekteydiler. Bu küçük ayrıntı her şeyi alt üst edebilir. Yapılmış bütün hesapları Bağdat’tan döndürebilecek güçteydi aslında.Zombiler, Antonin Artoud’nun bir veba gibi toplumu saracağı iddiasıyla sunup Vahşet Tiyatro’su olarak adlandırdığı şeyin baş rol oyuncusu haline gelmişti. “Tanrı beni umutsuzluğun içine bıraktı, sanki ışıkları bana ulaşan açmazlar burcunun ortasına bıraktı. Artık ben ne ölebiliyorum ne de yaşayabiliyorum. Ne de ölümü ya da yaşamı istememezlik edebiliyorum. İnsanların tümü de benim gibi…” diye yakarışının cisimleşmiş haliydiler.Velhasıl, veba gibi kara ve tehlikeli bir salgın kol geziyor etrafta. Bizi içten içe çürüten ve doymak bilmez bir hırs ve öfkeyle etrafa saldırmamıza neden olan, insanı yavaş yavaş yaşayan bir ölüye dönüştüren bir hastalık bu. Bu öyle bir tehlike ki, diğer bütün toplumsal tehditlerin anası. İnsanın kendi doğasının karanlık marazı. Yani insanın nefsi. Nefsin insan doğasını istilası insanın her şeyi kendi varlığına karşı bir tehdit olarak algılamasına neden oldu. İnsanlar kendini aklamak için ”ötekiler” icat etmeye devam ettiği sürece de hep bir zombi istilası beklentisiyle herkesi kuşkuyla süzerek bıçak sırtında yaşayacak; oysa aynaya bir baksa, ortalıktaki tek zombinin kendi nefsi olduğunu anlayacak.
Haiti’den Bostancı sahiline zombileşme serüveni
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik