İnsanlara ömür boyu bıkmadan yaşayabileceği mevsimler, imkânı olsa o mevsimin simgelediği ülkelerden hangisini seçeceği filan sorulur da…
Hangi mevsimde ölmeyi yeğleyeceği sorulmaz.
Anket defterleri, güncel muadili “o-ne-diyo testleri”, “Issız bir adaya götüreceğin üç şey” konusunda çok meraklıdır da mesela…
“Ölünce geride bırakmak istediğin üç şey” sorusu, sayfadaki kenar süsüne, köşedeki artist fotoğrafına pek uymaz.
Böyle soruların mutlu yanıtı da, böyle ölümsüz ölümsüz yaşarken lüzumu da yoktur zira.
Pat diye, mevsimsiz gelmezse… Kendi payıma, yazın ölmeyi hiç istemem.
Ölümle yaz sıcağında, sonu belli, uzunca bir muharebeye girersen…
Kan-ter içinde beklersen, ölmeyi…
“Güllerin içinden canım, koşarak koşarak gel bana gel” olur herhalde Azrail’den istek şarkın.
İster “English Patient (İngiliz Hasta)” filmi olsun, ister “Sheltering Sky (Çölde Çay)”, “The Passenger (Yolcu)”…
Bana aşktan ziyade yaz sıcağında ölümü de hatırlatır.
Aşk her mevsimi lisanınca güzelleştiren, en azından o mevsime katlanma gücü bahşeden biyonik termostattır zaten.
Deodorant icat edilip maşukluk bozulmadan önce, “Yaz günü temmuzda, sen terle ben sileyim”diye sunulmuşsa gerçek, organik aşk…
Bunu ancak tutkulu bir yaz sevişmesinin senfonisiyse kabullenirim.
O filmlerdeki sıcak, neredeyse ölüm kadar etkiler beni.
Ölümden önce, gözlerine sızan ter flulaştırır hayatı, fotoğraflarını…
Ruhunu buharlaştırır… Yatakta ruhsatsız kadavra gibi kalırsın.
Bunlar benim sevimsiz, itici muhayyilemin, o cânım ölüme hürmetsiz lâbirentlerimin, henüz çenesi bağlanmamış tasvirleri olabilir.
Nihayetinde kefenimi giyip de oturmadım yazı masasına.
Ama hatırlayın ya da o iklimde seyredin bu filmleri…
Çölü, sarı sıcağı, o daha gördüğünde terleten “Hadi dur o sarı odalarda durabilirsen” otellerindeki nafile tavan pervanelerini…
Muhtemelen yazın ölmeyi istemezsiniz.
Ölümün yüzü soğuk olmalı
Çöldür, yaz sıcağında ölüm.
Kuraktır; ne bir ot biter artık o ân’ın üzerinde, ne asi bir sardunya.
Susarsın ölesiye, belki iki yudum içemezsin.
Melekler bile siestadadır. O yüzden hemşirelere beyaz melek deriz.
Yatak alev alev, yastık can süngeri… Evdeysen alnında belki buzdolabından çıkarılan sirkeye bandırılmış damatlık mendilin…
Attila İlhan’dan mülhem, elde var hüzün.
Son nefesin bile terler, diline yapışır kelimelerin.
Abartıyorumdur belki. Ama ölüm, soğuk, mesafeli olmalı bir kere.
Yaz düğünlerinde “İstanbul’un kızları, Recep diye ağlaşır /Hani benim Recebim” nakaratıyla göbek atılan ölümcül türküler gibi gerdan kıra kıra, güle oynaya gelmemeli.
Bizzat ölümün bile benim ölümüme ziyadesiyle üzülmesini, kararını uzun uzadıya düşünmesini isterim.
Kışsa, üşürsen, örterler üstünü.
O an seni sevdiklerinin yanında yakalarsa, için de ısınabilir rivayete göre.
Öyle der, ölümü seyredenler:
“Tebessüm ederek, nurlar veyahut ışıklar içinde gitti rahmetli… Kolunu kaldırabilse, el sallayacaktı (belki de el edecekti) hepimize.”
Haziranda ölmek zor
İroni bir yere kadar… Kendi ufkumdan ve kendime dair bir ölüm tuluatıydı… Gerektiyse, affola.
Ama ölüm her mevzuda hükmünü sürer-defterini dürer gibi çöküyorsa bu iklime… Ve istatistik olmuşsa çocuklar, kadınlar, genç ölümler…
Sonrasının hamaseti, en beter ironidir.
Yaz sıcağında ölmek zor.
Çok ölümlerimizle, hazin…
Hasan Hüseyin’in haziranda ölen Orhan Kemal’in “güzel anısına” atfettiği şiiri gibi:
"Şuramda bir çalıkuşu ötüyor /uy anam anam /haziranda ölmek zor."
Yürek enfraktı, tansiyon, nefes darlığı ve bunların hepsini “Off offf” çekerek izleyen beyin, boğucu sıcakla geçinemiyor.
Ve yaz belki oralardan kıstırıyor bir çok şairi, yazarı:
Haziran’da Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Cahit Külebi, Orhan Kemal.
Temmuz’da Ece Ayhan, Bilge Karasu, Reha Mağden.
(Metin Altıok, Behçet Aysan, Asım Bezirci, Uğur Kaynar, Hasret Gültekin gibi yazanlar, Asaf Koçak gibi çizenler, Muhlis Akarsu, Nesimi Çimen gibi söyleyenler de var ama onlar Temmuz'da ölmedi, öldürüldüler)
Ağustos’ta Can Yücel, Turgut Uyar…
Nazım Hikmet o sarı sıcaklarda yârini düşünüyor, “çıplaklığını /boynunu bileklerini /minderde ak bir kuş gibi yatan ayağını”:
“Bu sarı sıcaklarda seni düşünüyorum
bu sarı sıcaklarda bir otel odasında seni düşünüp
yalnızlığımı soyunuyorum /biraz da ölüme benzeyen yalnızlığımı.”
Cahit Külebi, yaz kırgını:
“Anladım bu şehir başkadır /Herkes beni aldattı gitti,
Yine kamyonlar kavun taşır /Fakat içimde şarkı bitti.”
Orhan Kemal’i “vapurda, omuz omuza, bunaltıcı, öğürtücü, uyku getiren bir sıcak oflatıp, puflatırken”…
Ece Ayhan, Afrika’dan, Arap Yarımadası’ndan esen sıcak, çöl taneli rüzgârdan (Hamsin) bunalanı, tabiattan tahtaya kaldırıyor terden sırılsıklam düşlerimde.
Sonra da “unutbeni mavisinden bir yelkenliye” binip gidiyor.
Seninle yatmadım sanki, dağları dolaştım
Turgut Uyar’ın mevsimi aşka ayarlı:
“Şiirin bütün geçmişinin dışında /önceden açıklanan her şeyin dışında
örneğin en sıcak ülkelerin yazında /en soğukların kışında
yanarım üşürüm berbat olurum /hiç bir şeye yaramam
ama yine de seni severim.”
Can Yücel sıcağı ise çakırkeyif.
“Akdeniz yaraşıyor sana” diyor yârine:
“Yıldızlar terler ya sen de terliyorsun /Aynı ıslak pırıltı burun kanatlarında…”
Sonra “hayat”ta yatar onunla. Yani damda, sıcağa karşı sığınılan o nispeten ferah terasta:
“Üstümüzde meltem /Kekik kokuyor ellerim hala
Senle yatmadım sanki /Dağları dolaştım.”
Metin Altıok, her ölümün vakanüvisi:
“Dolanıp duruyorum ortalıkta. /Kedim hımbıl, yaprak döküyor çiçeğim,
Rakım bir türlü beyazlaşmıyor.
Anahtarım güç dönüyor kilidinde, /Nemli aldığım sigaralar.
Ne zaman bir dosta gitsem /Evde yoklar.”
Reha Mağden dersen…
Sait Faik hatırına ve inadına, yaz sıcağında babasının bej pardösüsüyle gidiyor Sanat Sevenler Derneği kokteyline.
Çorapsız ayağında kışlık siyah kundura.
Sıcak ne kelime, ona bakınca terliyorum.
Hepsi yaz, hepsi de biraz ölüm gibi…
Ahmed Arif’in özetiyle; “Nasıl da yılları buldu, Bir mısra boyu maceram…”
Yaz böyle, yaz işte.
Mahallenin gradosu yüksek ağabeyi
Mayıs sonunda giden Edip Cansever’i unuttum sanmayın.
Ben onu mahallenin gradosu (¹) yüksek ağabeyi gibi de sever, öyle hayal ederim.
Bizim Emek’teki eski mahallede, Edip Cansever, Turgut-Tomris Uyar, Cemal Süreya, Salâh Birsel filan otururlar meselâ.
Meyhaneye gittiklerinde peşlerine takılır, izleriz gizlice.
Edip Abi, “Garson! Bize iki tek votka daha…” der.
“Tek” istediğine göre, yavaştan kalkacaklar. Hüzünleniriz.
O ara, karşı duvarın üzerinde tüneyen, mahallenin “çoluk çocuk” yetmelerini, bizleri görür.
Buyur eder, masalarına.
Orada olan gelir, duyan gelir… Ardı arkası kesilmez, aşkı pek seven mahallemizin.
Edip Abi belli belirsiz gülümser:
“Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu”.
Tedirginliğimizi, bir süre sonra Cemal Süreya’dan mülhem o güzel bilgi kaldırır.
Biliriz ki Edip Abi, “Sevmediği adamlarla bir masaya oturmazdı. O kadar net bir tarafı vardı”.
Ama onun henüz 58 yaşında, 28 Mayıs 1986’da kalkıp gideceğini bilmiyoruzdur o aralar.
Şairlere ölümü çok yakıştırdığımız, ama Şair Evlenmesi’ni de, Şair Ölümü’nü de sadece tiyatro eseri sandığımız yıllardır.
Hem rüyalar tabir gerektirir.
İnsan iyice gençken, hatta genç olduğunu bile henüz fark etmemişken, “Benim anam-babam ölmez” der ya…
Dileğiyle, temennisiyle gerçekleri karıştırır, orada örgütlenir ya…
İşte öyle bir şey.
Hepsi erkenci, ama uzun yaşıyorlar
Sonra büyürsün…
Şairlerin, bilhassa şairlerin erken öldüğünü öğrenirsin.
Bu kez ben uydurmadım.
Kaliforniya Üniversitesi’nden Prof. James C. Kaufmann, Amerikalı, Çinli, Doğu Avrupalı ve Türkiye’li bin 987 şair ve yazarın hayatını incelemiş.
Ve şu sonuca varmış:
"Şairler yazarlardan daha erken ölüyor… Bir şairin ortalama hayatı, yazarlardan 6-10 yıl kadar daha kısa…”
Hep erkenden oturuyorlar masaya, erken gidiyorlar. Hepsi, “erkenci”…
Yalnızız artık masada.
Garson son 35’liği getiriyor… Getirdiği ikinci son, yahut “ikinci yeni” rakı.
Bir hamaset hevesini de getiriyor, ben ısmarlamasam da.
“Şairler erken ölür, tamam” diyorum, öyle ya da böyle şiire/şaire bulaştıkları için ömrü fazlasıyla şüpheli arkadaşlarıma:
“Evet erken ölür ama daha uzun yaşarlar”.
“Bravo” diyor yan masadaki yaşlıca adam.
Hak ettiğim bir istihza sanıyorum. Ama çok zarif, öyle demez gibi.
“Boynunda menekşe rengi bir papyon /Hafifçe sarkık
Dudağında bitti bitecek bir sigara /Kenarında dudağının…”
Önünde bulmacaları çözülmüş gazeteler var.
Masasında sadece bir tabak kiraz, bir kadehçik rakı…
Gömleği, beyaz ceketi tertemiz. Pantolonu ütülü.
Yelek cebinde ince altın bir zincir, sarı ve ince bıyıkları…
Mutluluğu hep dışından duyan garson
Tanıtıyor kendini; “Ben Ruhi Bey” diyor:
“Nasıl olan Ruhi Bey, nasılım?”
“Şapşahanesin” diyoruz, hep bir ağızdan, sözleşmiş gibi.
Konuşkan değil pek. Sonra o da kalkıyor.
Sesleniyoruz ardından:
“Sizinle görüşelim Ruhi Bey
Vaktim yok, vaktim yok
Ruhi Bey, görüşelim
Vaktim yok görüşmeye kimseyle
Ruhi Bey!
Kendimle bile, kendimle bile…”
“Hoşçakalın” yerine, “İyiyim, iyiyim…” oluyor vedası.
“Mutluluğu hep dışından duyan” meyhanenin garsonuna soruyoruz onu:
“Evet, gelirdi. Ruhi Bey mi dediniz, evet, gelirdi.”
Biz de kalkıyoruz… Gece ayaza kesmiş.
Bir başka şair sesleniyor arkamızdan:
“Kırmızı bir atkı al sade, yalnızlığını saklar.
Edip Cansever okuma bu kış ruhunu sakatlar…’’
Aldırmıyoruz… Doktora tezleri için cümle terapistler peşimizde.
“Şairin söküğünü anca o güzel, o şirin, o çapkın, o vefalı komşumuz Fahriye Abla dikerdi” diyor birimiz. O da taşındı ya…
İç geçiriyoruz, topluca.
İçimizden biri sevişti onunla, ama hangimiz?
O herkesin en kutsal sırrı diye, ortak rüya bozulmasın diye, diye diye, itiraf etmiyor hiçbirimiz.
Mezartaşım bir kara tahta olsa…
Taksiye biniyoruz. Öne iki, arkaya beş.
Cümbür cemaat iniyoruz mahalleye gelince.
Taksinin arkasında, “Sen de inip gideceksin” yazıyor.
Teybinde, “Merak etme sen”.
Taksinin usulca kapattığımız kapıları, hafif aralık.
Mahallede ayrılırken, evli evine, köylü köyüne…
Aşiyan’da Edip Cansever’in mezarına şöyle “amansız, acımasız, keskin, yoğun, hırçın, öfkeli” bir gül bırakalım diyoruz.
Üzerine de bir küçük not:
"Bir kişi bile değilim yalnızlıktan."
“Mezartaşım bir kara tahta mı olsa…” diyorum içimden.
Gelen yazsın, giden yazsın…
Ha teneşir, ha tebeşir.
Olmadı, sil baştan.
BİR FİLM/BİR REPLİK
PERVANE…
Michelangelo Antonioni’nin The Passenger filmini sinemada seyretmiştim yıllar önce.
Başladığı andan itibaren hafif, duyulur-duyulmaz bir uğultu vardı salonda.
Sinema salonundaki film makinesinden, salondaki kabinlerden geldiğini düşünebileceğiniz rahatsız edici, ritmik bir uğultu.
Çok sıcak, cehennem gibi bir ortamda başlamıştı film.
Çöle yakalanan cipiyle uğraşan Jack Nicholson’ın gömleği, terinin yarattığı desenlerle bir Kuzey Afrika haritası gibi…
Çok sıcak, çok ama çok sıcak; hissettiriyor bunu film size.
Çöl sıcağının bunaltıcılığı, fonda kaynağını bilemediğiniz o mütemadi uğultu ile yerleşiyor zihninize.
Nicholson oteline giriyor… Kamera dikey çevirimle, birdenbire tavana dönüyor…
Eski bir tavan vantilatörünü görüyoruz. O ses çoğalıyor.
Uğultunun kaynağı, o sıcakta çare olamayan ama tek "sığınak" gibi de gözüken vantilatörün, ağır-aksak, bozuk düzen ama yine de ritmik sesi.
Pervane…
(¹) Grado: Bir sıvının içindeki alkol derecesi. Argoda, itibar.
YAZI FOTOĞRAFI: Tomris-Turgut Uyar