Kanlı darbe girişimine karşı gerçekleşen muazzam halk direnişinin üzerinden daha iki ay geçmeden, toptancı, dikkatsiz, herşeyi aynı sepete koyan, hukukiliği ve adaleti sorgulanan, tek vuruşta her sorunu çözebileceğini zanneden, savruk ve tartışmalı uygulamaların olumsuz etkisi toplumu sarmak üzere.
Böyle devam ettiği takdirde, tarihe müthiş bir referans olarak geçen bu 15 Temmuz Direnişi’nin üzeri yanlışlar, ihlaller, mağduriyet, korku, tepki, şüphe ve endişe şalıyla örtülecek. Bunun da başta gelen sorumlusu hiç şüphesiz iktidarın kendisi olacak.
Elbette ki, ülkeyi böyle kanlı bir darbe girişimiyle yüzyüze getirenlerin sızdıkları her yerden, devletten ve diğer kurumlardan temizlenerek gecikmeden yargı önüne çıkarılması, hem siyaseten zorunludur, hem de hükümet edenlerin hakkıyla yapması gereken öncelikli bir görevdir. Bu doğrultuda atılan adımlarla sağduyulu kimsenin sorunu olmaz.
Bu bağlamda, kişisel olarak benim asla tasvip etmediğim bir tercih olmasına rağmen, OHAL uygulamasının anayasada yer alan hükümler çerçevesinde hükümetlere tanınmış bir hak olduğu açık. AK Parti’nin de darbe sonrası hemen ona yönelmiş olmasını geniş bir toplum kesiminin anlayışla karşıladığı görülüyor.
Bununla beraber, özel bir yetki olarak OHAL’in uygulanıyor olması, iktidara ve ona bağlı güvenlik, yargı, üniversite ve diğer alanlardaki bürokrasiye hukuku rafa kaldırma, olmadık operasyonlar ve tutuklamalarla, herşeyi birbirine karıştırıp, işleri iyice içinden çıkılmaz hale getirme hakkı vermez ve vermemeli.
Böyle bir niyetle yola çıkıldı da denemez.
Lâkin gidişat iyi değil
Toptancılık, cadı avı havası, at izinin it izine karışması, kuru yaş demeden herkesin yanması, itirafçı ve ihbarcıların her dediğine itibar edilmesi, şipşak suçlayıp içeri atıvermeler, mahreci şüpheli listelerle binlerce insanı işinden edip kapı önüne koymalar, Fetullah Cemaati’nin “itibarlı” günlerinde onun kıyısından bile geçmişse o insanları suçlu torbasına sokmalar… almış başını gidiyor.
İşin garip tarafı, parlamento içi ve dışındaki muhalefet partilerinin eleştiri ve itirazlarını bir yana bırakırsak, bu konuda dikkat çekici uyarılar ve şikayetler Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Yıldırım ve birçok AK Partili yöneticiden de geliyor.
Aynı dönemde, 140 derneğin faaliyetine yeniden izin verilmesi, 51 kurumun yeniden açılacağının ifade edilmesi, muhtelif illerde yapılan itirazlar üzerine kimi kamu personelinin görevine geri dönmesi, gözaltında olan ya da tutuklu bulunan bazı gazeteci, iş adamı, ve diğer bazı meslek mensuplarının serbest bırakılması, Öcalan’ın kardeşi ile görüşmesine izin verilmesi, Diyanet İşleri Başkanı’nın cemaat-siyaset-ticaret ilişkisine dair önemli açıklamalarda bulunması gibi olumlu adımlar ise, genele yayılma temayülü gösteren olumsuz gidişat algısının önüne geçmekte henüz yeterli olmuyor.
Toptancılık çıkmazı
En fazla rahatsızlık yaratan uygulamaların başında, peşin cezalandırma halini alan yersiz ve yaygın gözaltı ve tutuklamalar geliyor. Örneğin Ahmet Altan ve Mehmet Altan yeri yurdu bilinen isimler. İleri sürülen suçlama tuhaf ve anlaşılmaz. Hiçbir işlemin yapılamayacağı dokuz günlük bayram tatilinin de geldiği bilindiği halde, gözaltına alınıyorlar. Bir yerlere kaçacak olsalar çoktan kaçarlardı.
Necmiye Alpay, Aslı Erdoğan, Prof. Betül Yarar, Ali Bulaç, Nazlı Ilıcak, Mümtazer Türköne, Şahin Alpay, Ahmet Turan Alkan gibi isimler fikirleriyle, mesleki etkinlikleriyle, eserleriyle, bilimsel çalışmalarıyla bilinen insanlar. Onların terör örgütü mensubu, destekçisi, şusu busu olması mümkün mü? Bu uygulamanın neticede farklı düşünenlere, özellikle de aydınlara dönük baskı olarak görülmesi, hükümeti şaşırtmamalı.
Böyle toptancılıkların hangi dönemlerde yapıldığını, hafızalarımızdaki yakın dönem hatıralarımızdan da biliyoruz. O nedenle, bir yandan “OHAL devlete karşı uygulanacak, vatandaşa karşı değil” sözünü verip, diğer yandan neredeyse tam aksini yapmanın veya yapılmasına seyirci kalmanın, AK Parti hükümetinin ne işine yaradığını merak ediyorum!
Rahatsız edici fikirlere ve sahiplerine bir alışsak
Öncelikle şunu belirtmek isterim; böyle aydın insanların iktidara ve onun önde gelen şahsiyetlerine istikrarlı bir şekilde ağır eleştiri yöneltmeleri, her zaman görülen ve demokratik zihniyet icabı tolerans gösterilmesi gereken bir durumdur.
Dâvâya konu olabilecek durumlar ise, ancak ve ancak yasalar çerçevesinde ele alınabilir ve usulünce yargıya taşınabilir. Ama şimdi bunu çok aşarak keyfilik kavramına uyan gelişme ve uygulamalar hakim olmaya başladı. Oldukça uzun süren iktidar yıllarını geride bırakmış, önemli eşiklerden geçmiş olan AK Parti ve hükümetinin bunları çoktan aşmış olması gerekirdi.
Bu durumun giderek yaratmakta olduğu tabloyu kavramak bakımdan, darbe etrafında yaşadığımız bazı şeyleri ve ortaya çıkan sonuçları bir kez daha hatırlatma ihtiyacı duyuyorum.
Darbeye direniş, insanlığın onur sayfasında yeraldı
15 Temmuz günü yaşadığımız Darbe Girişimi, tankların, bombaların, helikopterlerin, uçakların, savaş gemilerinin, hattâ denizaltıların aynı zaman diliminde devreye sokulduğu, saatler süren çatışmaların yaşandığı, yüzlerce insanın öldüğü ve yaralandığı korkunç bir olaydı. Uzun süre bambaşka bir söylem tutturan ABD ve AB, ayak sürüyerek de olsa bu gerçeği kabullenmek zorunda kaldı.
Baştan sona dişe diş bir direniş sergilenmiş ve başarıyla pürkürtülmüştü. Her yönüyle çok ender görülen büyük bir siyasal hadise olarak, Türkiye ve dünya tarihinde yer aldı. Gerçeklere savaş açmayan, vicdan sahibi herkes bunu görmeye başladı.
Öyle ki, o günlerde can pahasına yaşananlar, evrensel demokratik değerlere sahip çıkma ve onu savunmada önde gelen demokratik direniş modellerinden biri olarak insanlığın onur sayfasında yerini aldı. Bu topraklarda halka güvensizliği teorize etmenin maddi zemini berhava oldu.
Niçin bütün bunları gölgeleyecek adımlar atılıyor ve sonuçları itibariyle, darbecilerin tasfiyesi yerine muarız-muvafık demeden herkesi cezaevlerine dolduracak, asla unutulmayacak mağduriyetler yaratacak, vicdanları kanatacak işler yapılıyor ve/ya yapılmasına göz yumuluyor?
Devam edelim.
Türkiye’nin demokratik geleceğine sahip çıkıldı
Hepimiz tanığıyız; darbe girişiminin bertaraf edilmesinde, başta halk olmak üzere, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Yıldırım, CHP, MHP ve HDP gibi muhalefet partileri ve milletvekilleri, medya, askerin darbeye karşı olan kesimi, MİT, polis ve belediyeler önemli rol oynadı.
Bu yelpazede yer alanların kimi bilinçli bir şekilde, kimi ise farkında olmadan ve bambaşka saiklerle, mevcut demokratik siyasal sisteme, demokratik yollardan seçilmiş meşru cumhurbaşkanına, hükümete ve verdikleri oylarına; özetle, Türkiye’nin demokratik geleceğine muhteşem bir direnişle sahip çıktı. Böylece tankların gölgesinde bir siyasal yaşama geçit vermemiş oldular.
Ama muhteşem direnişi gölgelemek için neler yapmıyoruz ki!
Bu ülkenin insanlarına ve dünya kamuoyuna bütün bunları anlatmamız gerekirken, neden işkence iddialarını, haksız gözaltı ve tutuklamaları, sorgusuz sualsiz binlerce insanı işinden ekmeğinden etmeleri, etnik kökeni üzerinden onbini aşkın öğretmenin kamudan tasfiye edilmesini, hukuksal gerekçeleri tartışmalı yollardan mülkiyet hakkının ortadan kaldırılmasını, yelpazenin her kanadından muhalif aydınların baskı görmesini ve susturulmasını tartışır noktaya geliyoruz?
Kanunsuz suç olmayacağı, suçun şahsiliği prensibi, yasalar önünde eşitlik, kaçma ve delilleri yok etme ihtimali yoksa tutuklama yapılmaması, tutuklamanın en son tedbir olarak uygulanması hususu, ihbarcılığın ve itirafçılığın davaların seyrinde çoğu zaman negatif rol oynadığı gerçeği… şimdiki OHAL döneminde asla ve asla hatırlanmaması gereken şeyler mi?
Direniş siyasal referans oldu ama…
Türlü gizli hesaplarla, iç ve dış karanlık menfaat çevrelerinin emrinde, askerî ve sivil zor kullanılarak iktidara el konmasını, halka rağmen mevcut rejimin demokrasi dışı yollardan değiştirilmesini, Türkiye’nin yurttaşları hep birlikte önledi. Bu unutturulup, özensiz, hukuksuz, keyfi OHAL uygulamalarından mağdurlar ordusu yaratmak hangi akla hizmet ediyor?
Halkın rızasına sırtını dönüp, darbelerle kendi iktidar ve vesayet sistemini kurmak isteyenleri, o işi yaptığına yapacağına pişman ettiren inanılmaz bir mücadele verildi ve darbe heveslilerine bundan böyle işlerinin epey zor olacağı gösterildi. Bu ortak mücadele, muazzam caydırıcı bir referans olarak insanlığın ortak hafızasına kazındı.
İyi de, bu son derece değerli referansı bütün dünyaya keyfini çıkara çıkara göstermek ve anlatmak varken, “Vallahi billahi hukuk ve insan hakları ihlalleri yapılmıyor, herşey usulüne göre yürüyor… Öyle çok fazla kamu çalışanın işine son vermedik… Kürt öğretmenleri milli eğitimden toptan tasfiye etmedik, bu külliyen yalandır… İnanın, muhalif gazetecilere, aydınlara, akademisyenler, yazarlara kötü gözle bakmıyoruz” diye savunmaya geçmek zorunda kalmanın, akılla izanla alakası var mı?
Örnek ve ortak bir mücadelenin altına imza atılmışken, muhbirliğin, mesleki kıskançlık ve ihtirasların, ona buna yaranma düşkünlüğünün, hukuk-adalet-vicdan yoksunluğunun, farklı olanlara yönelik düşmanlığın, pusuya yatmış fırsatçı ve fesatçı oyunlarının, yaşadıklarımızı gölgelemesine neden ve hangi amaçla izin veriliyor?
Bu kez epey farklı bir durum yaşanıyor
Hükümetin ve ona bağlı bürokrasisinin karar ve uygulamalarında somutlaşan tavırlar, tıpkı bir bumerang gibi, darbeye karşı ortaya konulan direnişin yarattığı son derece olumlu iklimi vuruyor.
Söylemek istediğim, hükümetin darbe girişiminden suçlu olanları yargı önüne çıkarmak için aldığı kararlar ve uygulamalarda hukuku, adaleti ve mantığı zorlayan yönler bulunduğu.
Üstelik bu durum yaygınlık gösteriyor.
Cumhurbaşkanı ve Başbakan da yaptıkları dikkat çekici uyarılarla aslında bu durumu teyit ediyor.
Bir an evvel bir düzeltme hareketine ihtiyaç görünüyor.
Belli ki iş çığrından çıkma noktasına gelmiş
Önce şunu belirteyim: Solun, sosyalistlerin darbeye şöyle ağız dolusu darbe, direnişe direniş diyememesi; olan biten birçok şeye inanmaması ve hırsızı suçlamaktan çok hükümete yüklenmesi, durumu fazla değiştirmez ve gelinen noktanın bahanesi olarak gösterilemez.
O nedenle, o inanılmaz direnişin daha iki ayı bulmadan unutulanlar arasına katılması gibi bir tehlikeden söz edilecekse, hiç şüpheniz olmasın, bu ancak iktidarın ve onun yönetimi altındaki bürokrasinin bizzat kendi hataları ve kayıtsızlığının eseri olabilir.
Eğer durum tersine çevrilmezse, ülkeyi darbecilerden, FETÖ’den ve terör yandaşlarından temizliyoruz derken, bakanlıklar, valilikler, bazı üniversite rektörlükleri, işgüzar yöneticiler, belediyeler, bazı hakim ve savcılar ve emniyet görevlileri… hukuku, adaleti, kanıtı, tanığı bir yana bırakıp, usulüne uygun yasal süreçleri hepten boşlayarak, çok kalmaz Türkiye’yi hak ihlalleri liginde birinciliğe taşırlar.
Düzgün hukuki ve adli çalışmanın yerini…
Öyle ki, olur olmaz her ihbarın peşine polis takılıyor ve operasyon yapılıyor. Halbuki bu tür zihniyet ve uygulamaların yarattığı sonuçlar, bir süre önce Ergenekon ve Balyoz gibi davaların hazin akıbetinde görüldü.
Ciddi soruşturma ve hazırlık yapılmadan, rastgele ihbar ve iddialara fazlaca teveccüh gösterilerek yapılan işlemler, hem ahlaki deformasyonları besliyor, hem yalana dayalı operasyon furyalarına yol açıp hukuk, adalet ve yargı hakkında inandırıcılık erozyonu yaratıyor. Bu durumun neden olduğu mağduriyet ve itibar kaybı ise öyle hesaba kitaba vurulur gibi değil. Hükümete yakın medyada bile bu konunun gündeme getirilmeye başlanması, olayın boyutları hakkında bir fikir veriyor.
Üçten dokuza benden boş ol!
Bir toptancılık, almış başını gidiyor. Başbakanın da söylediği gibi, bakanlıklar kamudan topluca personel atma yarışına girişmişler. İşin kolayı bulunmuş; sayfalar dolusu listelerle bir kalemde sonuç alınmak isteniyor. Binlerce insanın söz konusu suç ve örgütlerle bağını ispatlayan kanıtlar ve tanıklar, hangi ara hazırlandı? Kimin elinden çıkıyor bunlar? Deliller nerede, tanıklar kim ve güvenilirliğinin garantisi ne?
Eski dönemlerde evlilik erkeğin “Üçten dokuza benden boş ol” sözüyle sona erermiş. Şimdi de devlet bürokrasisinin “Aşağıda ismi bulunanların kurumumuzdaki görevlerine son verilmiştir” diye, üç satırlık resmi bildirimde bulunmasıyla, insanlar kendilerini kapının önünde bulmaya başladılar.
Toptancılık süreci toptan çökertir
Bu işte bir yanlışlık var. Böyle davranarak devlet kurumlarını FETÖ mensuplarından temizlemek bir yana, herkesin birbirinden şüphelendiği, birbirinin kuyusunu kazdığı ortamlar yaratılıyor. Bu gözaltına alınan, görevden uzaklaştırılan insanların herbirinin bir ailesi olduğunun dikkate alınması gerekmez mi?
Yarın bu sakilliğin ülkeye çıkaracağı fatura ağır olur. Maddenin doğada kaybolmaması gibi, yapılan hukuksuzluk da toplumların hayatında unutulmaz ve mutlaka bir gün kendini hatırlatır. Buna seyirci kalınmamalı.
“Cadı avı”nın içini kim dolduruyor?
Özetlemem gerekirse, “Cadı avı” veya “kurunun yanında yaş da yanmasın” sözleri belki başlangıçta birer muhalefet söyleminden ibaretti, ama gerçekçi olalım, bunların içi devlet yetkililerinin uygulamalarıyla dolmaya başladı. 15 Temmuz Direnişi’nin görkemi, işte bu tür karar ve uygulamaların gölgesinde kalmak üzere. İlk günlerin havası, hak ve hukuku umursamayan uygulamalar nedeniyle kararıyor.
Örneğin, yıllardır Milli Eğitimde görevli olduğu bilinen 11,285 öğretmen, PKK eylemlerine destek verdikleri iddiası ve suçlamasıyla görevden alındı. Ama her halde 15 Temmuz’dan sonraki gelişmeler nedeniyle bu yapılmış değil. Çünkü okullar tatildeydi. Daha öncesiyle ilgili ise, bazı iddiaların söz konusu olması gerekir. O zaman şu soruyu sormak çok mu tuhaf olacak: PKK eylemlerine destek verdiğini ileri sürdüğünüz bu kadar öğretmen hakkında, neden şimdiye kadar kayda değer hukuksal bir işlem yapmayıp bu günleri beklediniz? OHAL rejimiyle darbeye teşebbüs edenlerin tasfiyesine girişilirken, araya onları da katmanızın anlamı ne? Anlamsız bir denge mi kurmaya çalışıyorsunuz? Bu tasfiyenin hazırlığı ne zaman yapıldı? — Bu tür sorular bitecek gibi değil. Hükümet “eğitim alanında etnik temizlik yapılıyor” gibi ağır bir suçlamayla karşı karşıya kalacağının farkında değil mi?
Daha fazla gecikmeden
Hükümet gecikmeden, OHAL bahane edilerek yapılan bütün hukuksuz uygulamaların önüne geçmelidir. Ciddi bir gözden geçirme yapılmalı; itiraz komisyonları, kriz masaları, her ne ise işletilmeli; bu hukuksuz ve usulsüz gidişin önü alınmalıdır.
Adresi belli olan, kaçma ve delil karartma ihtimali bulunmayanların gözaltına alınmasına ve tutuklanmasına son verilmeli; bu uygulamanın mağduru olanlar, bu bağlamda yalnızca fikirlerini ifade etmiş olan gazeteciler, yazarlar, akademisyenler acilen serbest bırakılmalıdır.
İktidar yetkilileri yaptıklarından çok emin görünseler de, özellikle bazı belediyelere muhtelif gerekçelerle kayyum atanması ve bunların çoğunluğunun vali yardımcısı ve kaymakam olması, tartışmalı birçok yönü bulunan bir uygulama.
Herşey kitabına uygun olsa bile, o yerel birimlerin seçmenlerinin iradesine gösterilmesi gereken saygı ve demokrasi hassasiyeti bakımından oldukça sorun yaratan bir durumdur. Üstelik çoğunun Kürt Sorunu’nun yıllardır ağır bir şekilde yaşandığı yerel birimler olması, durumu daha kritik hale getirmektedir.
Belediye başkanlarına mevcut yasalara göre ciddi suçlamalar yöneltiliyor olsa bile, böyle bir adımın bölge seçmeninde yaratacağı etki az olmayacaktır. Bunun arkasının geleceğine dair hükümetten duyulan sözlerin de işi kolaylaştıran şeyler olmadığını eklemeliyim.
KHK’ların sihri çabuk geçer
Çıkarması kolay olan KHK sayısını artırmak yerine, uygulamaya sokulanlarla ilgili yasa tasarılarını TBMM açılır açılmaz getirip, bütün partilerin ve toplumun demokratik tartışma ve müzakere zeminine dahil olmasının sağlamak, durumu düzeltmenin öncelikli adımı olmalıdır.
Evet, OHAL yoluyla her problemi kısa zamanda ve etkin bir şekilde çözmek hükümetleri memnun edebilir — ama bu, normal, demokratik bir yol olarak görülemez. Sorunların çözümünde elde edilen başarı kadar, tercih edilen tarzın ve yolun da önemi vardır. Hatta çoğu zaman esas olan gidiş yoludur. Bu da elbette demokratik katılım ve tartışma süreci demektir. Bu nedenle de, OHAL’in uzatılmasına yönelmek yerine, TBBM ve dışındaki partiler ile sivil toplumun katılımına imkan veren bir süreci canlandırmak ve güçlendirmek, dönemin ruhuna daha uygun olacaktır.
Merakla beklenen, AK Parti’nin kendisini
nasıl ele alacağı; bunu da unutmayalım!
Konuyu bağlarken, AK Parti’nin biraz da kendisine bakması ve bunu olabildiğince saydam şekilde topluma göstermesi gerektiğinin altını çizmeliyim.
Evet, Fetullah Gülen’in çok öncelerden başlayarak devlet kurumlarına ve stratejik alanlara sızdığı genel kabul görüyor. Bunda önceki iktidarların da önemli payı var. Ama zirveyi AK Parti ile ortaklık yaptığı yıllarda yakaladı. Bunun AK Parti’ye getirdiği sorumluluk örtülemez ve unutulamaz. FETÖ’nün dahli olan nice vahim olay bu yıllarda yaşandı. Dolayısıyla AK Parti bu konudaki sorumluluğunu “Allaha havale” etmeden gereğini yapmalı, kendi içine yönelik hangi adımları atmakta olduğunu gecikmeden topluma göstermelidir. Bugün bu noktada samimiyet ve saydamlığa şiddetle ihtiyaç var.
Kamuoyunun az çok bildiği, özellikle MİT yöneticilerine yönelik operasyon girişiminden itibaren, bu partinin lideri ve bazı yöneticilerinin Gülencilerin tasfiyesi yönünde ciddi çaba harcadıkları, ama umduklarıi ölçüde netice alamazken, içerden ayak sürüme ve dirençlerle de karşılaştıkları yönündedir. İyi de, gelinen nokta itibariyle bunu bilmek yeterli mi; olan biten karşısında AK Parti’nin payına düşecek olan bu kadar mı?
Cevabı aranan soru: Siyasi iktidarda
dini cemaatlere bundan sonra yer olacak mı?
Kabul edelim ki, Fetullah Gülen Cemaati’yle AK Parti’nin buluşması, yani bir partiyle dini bir cemaatin bir tür iktidar ortaklığı yapması, tam bir siyasal felaketle sonuçlandı. Sadece “Allah bizi affetsin” yaklaşımıyla konuyu bu noktada bırakmamak gerekir.
Bize ciddi acılar ve ağır sorunlar getiren bu örnekten hareketle, dini cemaatler ve itikat gruplarının siyasetle ilişkileri konusunda, gelinen nokta itibariyle söylenecek birşeyler yok mu?
Şimdi biraz da ders çıkarma zamanı
AK Parti’nin bu olaya şimdi nasıl baktığını toplumumuza anlatmak gibi bir borcu olmalı! En azından, yaşanan felaketin siyasal parti-dini cemaat ilişkisi ve ittifakı boyutundan nasıl dersler çıkarıldığını, ya da bu amaçla nasıl fikri hazırlıklar yapıldığını görmeye ihtiyacımız var.
Birçok şeyin yanısıra, siyasal sistemimizin yeniden yapılanmasında en fazla dikkat gösterilmesi gereken yönler bu noktada toplanıyor. Devlet kurumlarında FETÖ’den boşalan yerleri doldurmak hevesiyle harekete geçenler olduğu söylentileri ortalarda dolaşırken, AK Parti bu konuyu atlayamaz.
Bir partinin siyaset alanında saydam olmayan bir cemaatle kurduğu ilişki, az kalsın hem o partiyi, hem ülkeyi felakete sürüklüyordu. Biz bunları yaşarken, Tunus’ta AK Parti’yle epey benzerlikleri bulunan Raşid Gannuşi liderliğindeki parti ve hareketin geçtiğimiz Mayıs ayında yaptıkları kongrede aldığı kararlar, birçok yönüyle Türkiye’yi ve iktidar partisi ilgilendiriyor olmalı.
15 Temmuz’da can pahasına gösterilen demokratik direnişin gölgelenmemesi, her bakımdan samimi, çoğulcu, demokratik, hukuk ve adalete duyarlı, kucaklayıcı, bir tek yurttaşın bile mağdur edilmemesi için azami dikkatin sergilendiği bir devlet işleyişiyle mümkündür. İktidarda aralıksız 14 yıldır AK Parti olduğuna göre, bunları ondan isteme ve beklemenin olağan karşılanması gerektiğini belirtmek isterim.