27 Mayıs’a, daha sonra 12 Mart’a, tabii sonra da 12 Eylül’e ve 28 Şubat’a damgasını vuran “beyaztürk” devletçi merkezin ruh halini, bunun oluşturduğu ortamı ve ilişkileri bilmeden, bugünlere nasıl geldiğimizi, “Türkiye’nin zencileri”nin” reaksiyoner-restorasyoncu jakoben ruh halinin nasıl ortaya çıktığını anlamak mümkün mü?
Bir söz vardır, “etme bulma dünyası” diye! Ama dikkat, bu durum o “edenlere” de, daha sonra onlara reaksiyon olarak ortaya çıkanlara da hiçbir şekilde haklılık kazandırmıyor. Yani, “zamanında onlar yaptı, şimdi sıra bizde” diye kimse o “beyaztürk” saltanat dönemini gösterip buradan şu anki densizliklere haklılık kazandırmaya çalışmasın. Çünkü hak, hiçbir zaman etki-tepki ilişkileriyle ortaya çıkmaz. O her durumda, sistemin merkezinde bulunan sıfır noktasıyla, kantarın topuzunun durduğu yerle temsil edilir. “Hak”kın, adaletin, eşitliğin kaynağı budur.
Koca Yunus boşuna, “bir ben vardır benden içeri” dememiş! Reaksiyona dayalı da olsa ben, bendir. “Ben haklıyım” diye nefsini mutlaklaştırmaya, “Hak”kı kendi nefsine mal etmeye başladığın an, olay bitiyor. Çünkü hiçbir zaman, hiçbir ben — nefs Hak’kı — “benden içeri olan” o öteki “ben”i temsil edemez!..
12 Mart’a varan süreci aslında 27 Mayıs 1960’tan itibaren ele almak gerekir.
“Menderes’in idamının ertesi günü başkente bir sessizlik çöktü. Sanki ülkeyi 10 yıl yönetmiş olan başbakan asılmamıştı. Ne partilerden bir açıklama, ne protesto yürüyüşleri… Sokaklar sakin, Meclis tepkisiz, gazeteler yorumsuzdu. Kiminde küçük bir haber, kiminde sıradan bir başlık, kiminde birkaç resim… Aslında infazlardan tam 10 gün önce basının en önde gelen isimleri Devlet Başkanı Gürsel’in huzurunda 27 Mayıs’a sadık kalacaklarına dair bir bildiri imzalamışlardı.”[1]
12 Mart Muhtırasıyla birlikte Demirel de “şapkasını alıp gitmemiş” miydi?
Peki ne demek oluyor bütün bunlar; bizim halkımız gerçekten vurdumduymaz, korkak, yüzsüz bir halk mı?
Ben o kanaatte değilim tabii. Osmanlı’nın “yönetilenleri” olarak yüzyılların içinden süzülüp gelen kendine özgü bir mücadele geleneği vardır bu halkın. Dikkat edin, bunun altında yatan da hep o sabır felsefesi olmuştur. Bu toprağın insanları beklemesini çok iyi bilir; bu arada hiç farkettirmeden karşı tarafın altını oyarlar. Kendini yenilmez kabul edenler en ummadıkları anda göçüp gidinceye kadar!
Şimdi soruyorum, 12 Mart Muhtırasından sonra şapkasını alıp da gitmeseydi ne yapacaktı Demirel? Kiminle, ne ile sürdürecekti mücadeleyi? Eğer o zaman “direnmeye” kalksaydı buna en çok sevinen bizzat cuntacılar olmaz mıydı; hemen oracıkta onun da kafasını kopararak parlamentoyu kapatıvermezler miydi?
Peki ne yaptı sonra, “şapkasını alıp giden” o Demirel? Bekledi, bekledi; karşı tarafın tükenişine paralel olarak kendi gücünün de yeteceğine kanaat getirince, 1973 Mart’ında Faruk Gürler’in cumhurbaşkanlığı mücadelesi esnasında, muhtıradan sonra attığı geri adımın rövanşını alıverdi. Muhsin Batur’un parlamentonun üstünde uçan jetlerine aldırmadan Gürler’e “hayır” dedi. Ve 12 Mart olayı orada bitiverdi.
Tabii, sıkıyönetim mahkemelerinde “ABD emperyalizmine ve 12 Mart darbecilerine karşı parlamentoyu ve Demirel’i destekliyoruz” diye bas bas bağıran bizlerin de desteğiyle.
Unutmayın, 27 Mayıs’ta Menderes ne idiyse, 12 Mart’ta Demirel, 15 Temmuz’da da Erdoğan odur.
Dikkat ederseniz, benim hep altını çizmeye çalıştığım bir ilke var: Yeni olan daima eskinin içinde olgunlaşır. Ama bu da bir süreç meselesidir. Eski ile yeni birbirinden kesin olarak ayrışana kadar, birlikte ve içiçe varolur. Bu durumu toplumsal süreçlerde de, hem sistemin bütünü kademesinde, hem bireyler kademesinde izleriz. Öyle ki, bazen tek tek insanların bile bir ayağı bu tarafta (yani eskinin içinde), diğer ayağı ise öbür tarafta, yenide olabilir. Bu nedenle deriz ki şu yanı yeniyi, bu yanı da eskiyi temsil etmekte.
Evet, şimdi “Demirel niye direnmedi” diyenlere soruyorum; siz niye direnmediniz? (Aslında aynı soruyu “15 Temmuz’da niye direnmediniz” diye de sormak gerekir.) Niye kimsenin gıkı çıkmadı o zaman? 12 Mart’ı desteklemek için bildiri bile yayınlayan “devletçi-solcu-sivil toplumcu” mantığa bakın hele! Başta DİSK olmak üzere, “devrimci” sivil toplum örgütleri diye yere göğe sığdıramadığımız o çok “ilerici” kuruluşların bile darbeyi destekleme yarışına girdikleri ortamda[2], Demirel mi niye direnmedi diye suçlanacak?
Hepsi sahte bu kahramanlıkların. Bence Demirel’in günahı korkması, korktuğu için şapkasını alıp gitmesi değil. Onun günahı, daha sonra — cumhurbaşkanı olduktan sonra — kendi cellâtlarının kucağına oturarak neredeyse onların sözcüsü haline gelmesi. Menderes (ya da diğer idam edilenler) yaşasalardı daha sonra ne yaparlardı, nerede dururlardı, bilinmez tabii. Ama geçmişte ‘bir daha asla darbeye boyun eğmem’ diye mangalda kül bırakmayan birçoklarının bugün nerelerde olduklarını biliyoruz biz.
Ne kadar ilginç değil mi; 1973 Mart’ında General Gürler’in cumhurbaşkanlığına karşı çıkarak parlamentoyu savunduğu için Demirel’i desteklediğimde, bütün o eski “solcu” yol arkadaşlarım beni âdetâ aforoz ediyordu. Ama daha sonra Demirel devletleştirilince birden onların hedefi olmaktan çıkıverdi; nedense ondan sonra “Morisson Süleyman” sloganını hiç duymadık.
Kimse kusura bakmasın, birçok eski yol arkadaşımı hayal kırıklığına uğrattığımın farkındayım, ama maalesef gerçek budur. Sınırlı da olsa varolan demokratik ortamı daha da geliştirmek için çaba sarfetmek varken, “beyaztürk” cephesinin ideolojik etki alanı içine girip, “Filipin tipi demokrasi”, veya “cici demokrasi” diye dalga geçerek, ayağımızı bastığımız demokratik zemini tahrip etmeye çalıştık.
Ne için yapıldı peki bunlar? Biz istediğimiz kadar “hayır, bizim hedefimiz sadece Demirel’i düşürmek değildi, biz sosyalizmi kurmak için yola çıkmıştık” deyip duralım! Yaşanan hayatın gerçekliği içinde, “düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığıyla o dönemde parlamento ve demokrasi düşmanlarıyla objektif olarak ittifak içinde olduk mu, olmadık mı; bana ondan haber verin!? Sübjektif olarak kafamızda başka şeyler varmış, niyetimiz iyiymiş; tamam… Vietnam savaşının da etkisiyle “kahrolsun Amerika” diye bağırıp çağırıyorduk; tamam… Ama bunların bizim sübjektif dünyamızın sloganları olmanın ötesinde, iç dinamikler açısından devlet sınıfının çarkına su taşımaktan başka bir anlamı var mıydı?
İsterseniz hemen dünden bugüne atlayalım ve bakalım, bugün neler oluyor. Alın şimdi bir PKK’yı (ve bütün o “beyaztürk” ve “beyazkürt” solcularını) — ne oldu, nereye gitti, senelerce “kahrolsun Amerika” diye bağırıp çağırmalar? Şimdi o da “Erdoğan’a karşı” diye, “düşmanımın düşmanı dostumdur” hesabı Amerika emperyalist olmaktan çıktı ve “müttefik” mi oldu? Siz, “düşmanınızın düşmanı” bu Amerikan emperyalizmini arkanıza alarak sosyalizmi (pardon, “komünal düzeni”) mi kuracaksınız? Helâl olsun.
İşin ilginç yanı, ötekilerin, yani “siyahların” da mantığının aynı olması. Trump daha gelmeden, “Obama kötü Trump iyi” diye bağırıyorlardı; Trump gelecek, bütün sorunlar bitecekti. Ne oldu peki? Bu nedir şimdi, nasıl bir siyaset yapma tarzıdır?