30 Mart’ta kaleme aldığım yazıda “Öcalan’ın zamanı geldi” tezini ileri sürmüştüm. Aradan 27 gün geçti; şimdi iç değişim geçiren akışlara, süreçlere ve olgulara baktığımda “hayır, gelmedi” diyorum. Bir tutarsızlık yok mu?
Olgular iki türlü incelenir. Bir, iç ilişkileri, etkileşimleri, çelişkileri ve örüntüleri itibariyle, olduğu haliyle masaya yatırılır. Böylece bazı sonuçlara ulaşılmaya çalışılır. İki, olguların iç örüntüleri “rasyonel bir yöntem aracılığıyla” gözlemlenmeye, anlaşılır kılınmaya çalışılır. Bizi hakikatle en yakın ilişkiye bu iki metodoloji götürür.
Objektiflik ancak bu iki araştırma yöntemine sadakatle sağlanabilir. Eğer olgularda değişiklik gözlenirse, burada tutarsızlık bu değişimi aktaran yazarda değil olguların kendisinde aranmalıdır. Zira tutarsızlığı yaratan hakikati üreten, yazar değil, yazara hakikati görünür kılma hali sunan olgulardır.
* * *
“Öcalan’ın zamanı geldi” tezini KCK’ya bakarak oluşturmuştum. Çünkü yazının yazıldığı âna kadar Öcalan, PKK açısından “gerekli ancak yeterli olmayan bir koşul”du. Ancak yazının yazıldığı gün bu tespit KCK açısından “Öcalan hem gerekli hem yeterli bir koşuldur”a dönüşmüştü.
Bu geçişkenliği ve dönüşümü sağlayan Rojava oldu. Öcalan, Rojava hakikati ortaya çıkıncaya kadar KCK açısından “hem gerekli hem yeterli bir koşul”du. Fakat Rojava KCK’ya “yitirdikleri her şeye gücü yeten bir ruh” kazandırdı. Bu ruh, PKK literatürü ile söylersek, kozık savaşları (hendek veya şehir savaşları olarak ifade edebiliriz) ile her şeyi yapmak isteyen bir arzuya dönüştü. Ancak arzu, karşısında kendisini realiteye ve tutarlılığa davet eden devleti buldu. (Bunu bir tür id-ego karşılaşmasına da benzetebiliriz.)
Örgüt açısından işler hayal ettiği gibi gitmeyince, Öcalan “gerekli ancak yeterli koşul değil”den bir kere daha “hem gerekli hem yeterli koşul” haline geldi.
Ancak bu etkileşim devlette tam tersi bir karşılık yarattı. Öcalan, KCK için “gerekli ancak yeterli olmayan bir koşul” iken devlet için “hem gerekli hem yeterli bir koşul”du. Ancak hendek savaşlarından sonra iktidar ve devletin gözünde Öcalan, “yeterli ancak gerekli olmayan bir koşul” haline dönüştü. Peki bu nasıl oldu?
* * *
KCK şehir çatışmaları stratejisi ile devleti savaş arenasına davet edince devlet bu çağrıyı bir gurur daveti olarak okudu. “Sıkıyorsa gel” gururu sergileyen KCK ile “sahaya inersem bir iner pir inerim” gururu yapan devlet büyük bir öfkeyle karşı karşıya geldi. Bu karşılaşmadan istediğini alamadığı için KCK’nın gururu kırıldı; “geldim, gördüm, yendim” tutumu sergileyen devletin ise gururu okşandı.
Kodlarını bu şekilde anlaşılır kılabildiğimiz şehir çatışmaları karşılaşması, hem KCK’nın hem de devletin Öcalan’a yaklaşımını yapıbozuma uğrattı. Öcalan KCK açısından hem gerekli hem yeterli bir koşula dönüşürken, devlet açısından da yeterli ancak gerekli olmayan bir koşula dönüştü. Dolayısıyla Öcalan’ın da zamanı gelmemiş oldu. Tutarsızlığa düşen, benim analizim ve gözlemim değil, çelişki intibası doğuran olgularda yaşanan bu değişimler oldu. Tezimi oluştururken sadece KCK’ye bakıp devleti es geçtiğim, bu yüzden tezin hakikatin tamamını kucaklamadığı şeklinde bir eleştiriyle de yüzleşmem gerekiyor. Bu şekilde gelebilecek bir eleştiride haksızlık payı olduğunu söyleyemem. Ancak çözüm sürecini bozmanın devlette yarattığı travmanın devleti bu kadar öfkeli hale getirebileceğini tahmin etmem de doğrusu çok zordu. Zira ortada bunu doğrulayacak bir veri ve envanter de yoktu.
* * *
Eğer biz bugün İmralı’da Öcalan’ın kapısını çalmış olsaydık karşımızda nasıl bir Öcalan bulurduk? Bunun spekülasyonunu yapabiliriz.
Bence karşımızda “ertelenecek değil bitirilecek bir savaş”ı düşünen bir Öcalan portresi bulurduk.
Ayrıca bu kararı, askeri müzakerenin yaz ve sonbahar raundundan önce mi, sonra mı vereyim şeklinde hesap-kitap yaptığını da görmüş olacaktık. KCK ile ilişkilerini de felsefi ve örgütsel değerlendirme konusu yaptığına tanıklık edecektik.
Ancak “bitirilen değil ertelenen bir savaş”tan yana olduğu anlaşılan ABD problematiğinin üstesinden nasıl gelinebileceği konusunda ise bir sonuca varamadığını görecektik.
* * *
Sübjektif, “olması gereken” yargı penceresinden baktığımda Öcalan’ın zamanı geldi; ancak objektif olgular penceresinden baktığımda, hayır, Öcalan’ın zamanı gelmedi diyorum.
Ancak içimden bir ses de “Öcalan’ın zamanına yine Öcalan karar verecek” diyor.