Ana SayfaYazarlarHayır oyu parlamentarizme evet mi demek?

Hayır oyu parlamentarizme evet mi demek?

 

Anımsanacağı gibi, 16 Nisan’da referanduma sunulacak anayasa değişikliği paketi hakkında bugüne kadar iki yazım yayımlandı. Bunlardan paketle ilgili genel bir bilgilendirme ve değerlendirme içeren ilki “başkanlık ne ifade ediyor?”, sadece muhalefetin değil, ayrıca demokrasinin beşiği Batı ülkelerinin medyasının yaptığı yanlış bilgilendirmeyi eleştiren ikincisi ise “başkanlığı durdurmanın yolu dezenformasyon mu?” başlıklarını taşıyordu. (https://www.serbestiyet.com/yazarlar/akin-ozcer/anayasa-degisikligi-ne-ifade-ediyor-744668) (https://www.serbestiyet.com/yazarlar/akin-ozcer/baskanligi-durdurmanin-yolu-dezenformasyon-mu-755638)

 

Bu yazılarımda vurgulamış olduğum gibi, TBBM’ye konuyla ilgili önerilerini iletmiş sivil toplum kuruluşlarından YAP’ın (Yeni Anayasa Platformu) bir üyesi olarak, demokratikleşme bağlamında bazı reformları içeriyor olsa da bu paketin Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu tüm demokrasi sorunlarını gideren bir Yeni Anayasa’nın yerini tutmadığı görüşündeyim. O bakımdan bu anayasa değişikliği paketi kabul edilsin, edilmesin, 2011, hatta 2007’den bu yana tartışılan tümüyle yepyeni bir anayasa konusunun siyasi gündemdeki yerini korumaya devam edeceğine inanıyorum.

 

İnanıyorum çünkü paketin mimarlarından çoğunluk partisi AK Parti, hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu görüşü paylaşıyor. Nitekim Erdoğan Türkiye Anayasa Platformu tarafından düzenlenen “Yeni Anayasa İçin Hep Birlikte” temalı toplantıda yaptığı konuşmada “bu tür toplantılarla, çalıştaylarla, arama konferanslarıyla tüm kesimleri içine alan, tüm kesimlerin ihtiyaçlarını, beklentilerini yansıtan yeni anayasa sürecinin hızla olgunlaşacağını” söyledi.  “Sivil toplum kuruluşlarının aracılığıyla milletin tüm kesimlerini de içine alacak bir anayasa yazım sürecinin yürütülmesi gerektiğini” dile getirerek “seçkinci değil kapsayıcı bir anayasa metninin ancak bu şekilde ortaya çıkabileceğinin” altını çizdi.

 

Paketle ilgili eleştiriler ne kadar haklı?

 

Anayasa değişikliği paketinin özüne dönecek olursak, “Cumhurbaşkanlığı modeli” olarak adlandırılan sistemin dünyada mevcut başkanlık örnekleriyle birebir örtüşmediği ortada. Başta sistemin özgün modelini oluşturan ABD olmak üzere, bu sistemi uygulayan Latin Amerika ülkelerinin birçoğu federal nitelikli. Ama olmazsa olmaz bir koşul mu? Değil çünkü Paraguay ve Uruguay gibi küçük ülkeler bir yana bırakılsa bile, son derece nitelikli bir demokrasiye sahip olan Şili’nin de federal bir nitelik taşımadığı görülüyor.

 

Buna karşılık, bu sistemi uygulayan ülkelerin tümünde iki kamaralı (bicameral) bir yasama organı var: Temsilciler Meclisi ve Senato. Federal nitelik taşımayan devletler için olmazsa olmaz bir koşul mu? Tartışılır çünkü ikinci meclisin iki ya da üç yılda bir kısmen yenilenen çoğunluğu, keskin bir erkler ayrılığına dayanan bu sistemde yürütme ve yasamanın dayandığı çoğunlukları da farklılaştırabilir. ABD’de Temsilciler Meclisi ayrıca iki yıl için seçildiğinden Başkan ile yasama çoğunluklarının farklılaştığına daha sık rastlanabilir. Bu durumun yol açtığı sorun ancak karşılıklı uzlaşmayla aşılabilir elbette ama sistemin olmazsa olmaz koşulu böyle bir farklılaşmanın yaşanması ve sorunun uzlaşmayla aşılması mıdır?

 

Bu çok tartışılır elbette. Tartışılır çünkü ABD’de bile iki genel seçimden birinin, 8 Kasım 2016’da olduğu gibi, başkanlık seçimleriyle aynı güne denk geldiği dikkate alınırsa, farklı çoğunluk durumu son derece sınırlı kalıyor. Kaldı ki Amerikan sisteminde dünyada örneğine pek rastlanmayan ve tarihi bir geçmişi olan Lobicilik erkler arasında çatışma olması halinde uzlaşmanın sağlanmasında öteden beri büyük rol oynuyor. Bu kurumu tepeden inme ithal edebilmek hiç de kolay değil.  

 

Bu örneklerden söz etmemim nedeni, Türkiye’de pakete getirilen eleştirilerden birinin modelin tek meclisli bir yasama meclisinde uygulanacak ve genel seçimin Cumhurbaşkanlığı seçimiyle aynı zamanda yapılacak olması elbette. Bu eleştiri, başkanlık döneminde yasamanın kompozisyonunun hiçbir şekilde değişmeyecek, başka bir deyişle Meclis’te istisnai durumlar dışında Cumhurbaşkanı ile uyumlu bir çoğunluğun bulunacak olmasından duyulan rahatsızlığı yansıtıyor. Peki ama devlet sistemleri, sürekli iktidar-muhalefet çatışması üstünden bulunacak bir uzlaşmayla yönetilmesi için mi oluşturulmuş bulunuyor?  Eğer böyleyse iktidar olmanın muhalefette olmaktan ne farkı kalır ki? 

 

Başkan ile yasama organının bir dönem aynı çoğunluğa dayanması durumu, ABD’yi bir ölçüde hariç tutarsak, başkanlık sisteminin uygulandığı Şili gibi demokratik Latin Amerika ülkeleri, hatta yarı başkanlığın özgün örneğini oluşturan ve 2000 anayasa değişikliğiyle görev süresi 7 yıldan 5 yıla indirilen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin genel seçimlerle aynı dönemde yapılmaya başlandığı Fransa için bile anormal değil. Örneğin Şili’de 4 yılda bir Temsilciler Meclisi tümüyle, görev süresi 8 yıl olan Senato ise yüzde 50 oranında yenileniyor. Genel seçimler ayrıca başkanlık seçimleriyle aynı gün yapılıyor. Bu yıl 2018-22 dönemi için ilk tur 19 Kasım, ikinci tur 17 Aralık’ta yapılacak. Diğer demokratik Latin Amerika ülkelerinde de, özellikle çoğunlukların farklılaşması için değişik dönemlerde genel seçimlere gidilmesi söz konusu değil.

 

Benzer durum, Cumhurbaşkanı ile Meclis çoğunluğunun farklı olduğu ve “birlikte yönetim” anlamına gelen “cohabitation” dönemlerini yaşamış olan Fransa için de geçerli. Mesela bu yıl Cumhurbaşkanlığı seçimleri 23 Nisan ve 7 Mayıs, genel seçimler ise, 11 ve 18 Haziran tarihlerinde yapılacak. Kimse kalkıp neden genel seçimlerin Cumhurbaşkanlığı seçimlerine bu kadar yakın tarihte yapıldığını sorgulamıyor. Bunun anlamı yok çünkü Cumhurbaşkanı’nın kendisine muhalif bir yasama olduğunda tek yanlı olarak Meclis’i feshetme hakkı bulunuyor.

 

Yukarıdaki örneklerin gösterdiği gibi, seçimlerin aynı zamanda yapılması ve Cumhurbaşkanı ile yasama çoğunluğunun aynı siyasi aileden olması sadece genel bir uygulama değil, aynı zamanda tercih nedeni de. Ben bu nedenle konuyla ilgili eleştirileri haksız buluyorum.

 

Benim “karşılıklı fesih” dediğim, AK Partililerin “karşılıklı seçim yenileme” hakkı olarak düzelttiği düzenlemenin örneği ise hiçbir sistemde yok ama demokrasi açısından herhangi bir zafiyet oluşturmuyor. Çünkü Cumhurbaşkanı tarafından ancak 28 Şubat döneminde olduğu gibi yasama organının kompozisyonu bürokratik vesayet odaklarının dışarıdan müdahalesiyle değiştiğinde kullanılabilecek bir yetki gibi görünüyor. Yoksa Cumhurbaşkanı kendisiyle uyumlu bir Meclis’i durup dururken feshedip, kendisi de dâhil yeniden seçime neden gitsin ki?

 

Hatırlanacağı üzere, benzer bir durum geçen yıl Brezilya’da meydana geldi. Devlet Başkanı Dilma Rousseff, hükümetini oluşturan siyasi partilerden bazılarının dışarıdan müdahalelerle karşı cepheye geçmesi sonucu “impeachment” kurumu işletilerek görevden alındı. Bugün tümüyle kaosa teslim olmuş durumda bulunan Brezilya’nın anayasasında benzeri bir hüküm bulunsa, 2018’e kadar beklemeden seçimler yenilenir ve halkın seçeceği bir Başkan ve Meclis göreve gelmiş olurdu.

 

Pakete yönelik eleştirilerden bir bölümü de Meclis’in değil ama Cumhurbaşkanı’nın yüksek yargı organları üyelerini seçme hakkıyla ilgili. Pakette Anayasa Mahkemesi ile ilgili bu konuda herhangi bir yeni hüküm yok. Sadece askeri mahkemeler kaldırılacağı için oradan gelecek iki üye artık bulunmayacak ve üye sayısı da 17’den 15’e düşecek. Bunun olumsuz bir hüküm olduğunu söylemek mümkün değil.

 

Paket ayrıca HSK’da (eski HSKY) üye sayısının 22’den, 6’sı Cumhurbaşkanı, 6’sı Meclis tarafından belirlenecek 12 seçilmiş üyeye düşürülmesini öngörüyor. Yüksek yargının seçilmiş kişi ve organlar tarafından belirlenmesinin, jüristokrasiye karşı demokratik meşruiyeti güçlendirdiği için eleştirilmesi değil desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum.      

 

Hayır oyu ne anlama geliyor?          

 

Atıfta bulunduğum yazılarımda da dile getirdiğim gibi, siyasi partilerin hükümet modelini değiştirerek yeni bir model getiren anayasa değişikliklerini önermek kadar uygun gördükleri gerekçelerle bu değişikliklerin karşısında durma hakları da var. Demokrasilerde kurucu irade halk olduğuna göre, yepyeni bir anayasa konusunda olduğu gibi, herhangi bir değişiklikte de son kararı halkın vermesi esastır. O bakımdan bu referandumun öncelikle, bazı siyasiler hatta bürokratların geçmişte kurucu irade hususunda öne sürdüğü mesnetsiz argümanları çürütüyor ve halkın bu hakkını teslim ediyor olmasından ötürü demokrasimiz açısından yararlı olduğuna inanıyorum.

 

Bu konuda herkesin “evet derseniz ülke bölünür” veya “Erdoğan’a bir şey olursa yerine oğlu ya da damadı geçer” türünde, duyduğum ama burada sıralamaya gerek duymadığım yalanları dile getirmemek kaydıyla makul gerekçelerini ortaya koyarak görüşlerini dile getirmesi doğal. Nitekim Serbestiyet’te kararsızlığını ya da paylaşayım, paylaşmayayım, şu veya bu yöndeki tercihini dile getiren yazarlar var. Demokrasinin belkemiğini oluşturan ifade özgürlüğünün gereği de bu zaten.

 

Kabul etmek gerekir ki, anayasa değişikliği paketinin reddi, parlamenter sistemden yana değil mevcut sistemin devamından yana tavır almak anlamına geliyor. Mevcut anayasa her şeyden önce Cumhurbaşkanı’na parlamenter sistem devlet başkanlarına özgü sembolik yetkilerden fazlasını tanıyor. Parlamenter sistemi uygulamak için bu yetkilerin sınırlandırılması gerekir. Ama gerek 27 Nisan e-muhtırası, gerek anayasa hukuku tarihimize “367 rezaleti” olarak geçen 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi ardından gerçekleştirilen anayasa değişikliği, o zamana değin savunageldiğim bu sisteme geri dönmeyi imkânsızlaştırdı.

 

İmkânsızlaştırdı çünkü Cumhurbaşkanlığı’nın anayasada siyaset alanını veto mekanizması ve Anayasa Mahkemesi’ne başvuruyla sınırlandırma işlevi yüklenmiş bir vesayet makamı olduğu son derece net bir şekilde ortaya çıktı. “Son kale” olarak adlandırılan bu makama 12 Eylül darbecilerince öngörülmüş olan bu işlevi, dolayısıyla bu sistemi desteklemek artık mümkün değildi. Doğrudan halkın seçtiği devlet başkanlarının olduğu parlamenter sistemler var elbette ama bu sistem bütün olan bitenlerden sonra Fransa’daki gibi yarı-başkanlığa doğru kayıyordu.  Bu nedenle ben de parlamenter sisteme en yakın olan yarı başkanlığı savunmaya başladım.  

 

Altını çizmem gerekirse, 2007’de TEPAV’ın düzenlediği ilk yeni anayasa çalıştayında “bu anayasanın değişmesini istemiyoruz” diyen tuhaf katılımcıları gördükten, TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda konunun nasıl tıkandığına tanık olduktan sonra önceliğim yepyeni bir anayasa. Bu yolda özellikle kanlı 15 Temmuz kalkışmasını yaşadıktan sonra ise, vesayet odaklarını tırpanlayan her anayasa değişikliğini destekliyorum. Gönül isterdi ki bu pakette en azından 6. maddede de bir değişiklik yapılsın ve “Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır” şeklindeki ikinci fıkrasında “yetkili organları” önüne “seçilmiş” ibaresi eklensin.

 

Sonuç olarak, yazımın başlığına koymamış olsam da ben de Gürbüz Özaltınlı gibi kararsız değilim. Bu defa aynı dalga boyunda değiliz, olabilir. Belki de öncelikle KHK’lara değil 15 Temmuz’a baktığım için. Baktığım yerden içinden geldiğim bürokrasi içinde örgütlenmiş vesayetçi ajanları görüyor ve bunların gücü tümüyle kırılmazsa olabileceklerden çok ama çok kaygılanıyorum.     

 

       

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik