HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, BBC Türkçe’ye önceki gün verdiği mülâkatta aynı çizgideki partilerin “Türkiyelileşme” politikasından önce savunmakta olduğu özerklik talebini yeniden gündeme getirdiği görülüyor.
Anımsanacağı gibi, bu talep ilk kez Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) 26-28 Ekim 2007 tarihlerinde Diyarbakır’da düzenlediği Kongre’de benimsenmişti. “Demokratik özerklik” adıyla dile getirilen bu talep sonuç bildirgesinde “ülke bütünlüğü içinde tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği düzeyde özerklik kazanması temeline dayanan bir model” olarak tanımlanmıştı. Bildirgede ayrıca “demokratik özerklik, halkın karar süreçlerine dâhil olması için demokratik katılımcılığı savunur ve tüm yerel birimlerde meclis sistemini esas alır, salt etnik ve toprak temelli özerklik anlayışı yerine, kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği bölgesel ve yerel yapılanmayı savunur” denilmişti. Bayrak ve resmi dil tüm Türkiye için geçerli olacak, ama oluşturulacak bölge ve özerk birimlerin kendi renk ve sembolleriyle “demokratik özyönetimi” bulunacaktı.
Yukarıdaki şekilde tanımlanan özerklik modeli 1978 İspanyol Anayasası’nın çizdiği özerklik sistemiyle birebir örtüşüyor. Nitekim anayasanın 3 ve 4. maddeleri, DTP’nin talep ettiği gibi özerk birimlere (İspanya’da topluluk) İspanyol bayrağıyla topluluğun bayrağının, İspanyolca ile varsa topluluktaki ana dilin birlikte resmi dil olmasını öngörüyor. İspanyol anayasası ile DTP’nin talebi arasındaki tek fark, İspanya’da özerk birimlerde 2. madde uyarınca bölge ve milliyet ayırımı yapılması. Başka bir deyişle DTP’nin talebi simetrik bir özerklik öngörüyor, İspanya’da ise milliyetlere en azından başlangıç safhasında çok daha ileri bir özerklik var.
Buna ilave olarak, İspanyol anayasası özerk topluluklara, parlamento ve hükümeti olan mini bir devlet olarak örgütlenme olanağı tanıyor. Merkezi devlet ile özerk yönetimlerin münhasır yetkileri açık biçimde anayasada tanımlanmış olsa da, İspanyol anayasal sisteminin DTP’nin talep ettiğinden çok daha siyasi içerik taşıdığını kabul etmek gerekir. 2008’de Bask Ülkesi ve 2010’dan sonra da Katalunya’da bağımsızlık yolunun açılmasına yönelik siyasal zorlamalar bunu açıkça ortaya koyuyor.
Bilindiği gibi, Anayasa Mahkemesi, 11 Aralık 2009 tarihinde "devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya yönelik eylemlerin odak noktası haline gelmesi” nedeniyle DTP’nin kapatılmasını kararlaştırdı. Anayasanın 68. maddesinde yer alan bu gerekçe AİHM ilkelerine uygun değil. Daha sonra açıklanan karar gerekçesinde ise, ağırlıklı olarak “terörü desteklemek ve PKK ile ilişki içinde olmak” kapatılma nedeni olarak takdim edilmişti. Doğru gerekçe de bu olmalıydı elbette.
Rıza Türmen’in konuyla ilgili olarak 4 Ocak 2010 tarihinde Milliyet’te yayımlanan köşe yazısında altını çizdiği gibi, “devletin bütünlüğünü bozmaya yönelik eylemlerle terör örgütünü desteklemek farklı şeyler. Bir siyasal parti teröre başvurmadan da devletin bölünmez bütünlüğünü bozmayı isteyebileceği gibi, terör eylemlerinin amacı da devletin bölünmez bütünlüğünü bozmak olmayabilir.” Sonuç itibariyle siyasi partilerin kapatılma nedeni sadece ve sadece “şiddet ve terörle ilişki” olmak durumunda. Yoksa özerklik, federal sistem ya da bağımsızlık talep etmek, ifade ve örgütlenme örgütlüğünün güvencesi altında bulunuyor. O bakımdan HDP’nin anayasal çerçevede özerklik sistemini savunması demokratik hakkı.
Sayın Demirtaş bu nedenle söz konusu mülâkatında “silah yoluyla özerklik ilanının doğru olmadığını” vurguluyor: “tabii ki kentlerde silah kullanılmasını, bazı yerlerde göstericilerin eline silah alarak 'özerklik ilan ettik' demesini doğru bulmuyorum.” Bir siyasi partinin en üst düzeyinde yer alan bir siyasetçi olarak böyle bir uyarıda bulunması zorunlu. Ama Demirtaş ve parti ileri gelenlerinin son dönemde ve özellikle PKK’nın terör eylemlerine dönmesinden bu yana yaptıkları açıklamaların bu doğrultuda olduğunu söylemek kolay değil.
Sayın Demirtaş’ın terör örgütünün silah zoruyla özyönetim ilan ettiği bir ortamda özerkliğin anayasa konusu olduğunu hatırlaması olumlu elbette ama özerkliği bugün şiddet ve terörden arındırıp Türkiye halkına benimsetmesinin Çözüm Süreci’nin yolunda gittiği günlere göre çok daha zor olduğunu kabul etmek gerekir. Çözüm Süreci’ni başlatan Sayın Cumhurbaşkanı’na ve partisine karşı çözüm karşıtlarıyla birlikte yer alarak seçime giden bir partinin, PKK’nın ortada hiçbir neden yokken terör eylemlerine geri dönmesinin sorumluluğunu yine Erdoğan’a yüklemesinin çıkar yol olmadığı ortada. “Anayasal garanti altına alınmış işleyen bir özerklik sistemi” isteyen Sayın Demirtaş, AK Parti’yi dışladığına göre bu anayasayı kimlerle yapmayı düşünüyor acaba?
BBC Türkçe ile yaptığı söyleşide, bugün uluslararası medyada mutlak bir gerçekmiş gibi okuduğumuz “Erdoğan iktidardan düşmemek için AK Parti’nin oylarını arttırmak amacıyla PKK’ya savaş açarak yeniden genel seçime gidiyor” tezini dile getiriyor. Sayın Demirtaş diyor ki “Türkiye'de her gün kan akıyor, bunlar da Erdoğan'ın planladığı ve kendi rejiminin, dikte etmeye çalıştığı rejimin kalıcı olması açısından öngördüğü planlamalardır.”
Görünen o ki HDP 1 Kasım genel seçimlerine yine “Erdoğan ve AKP karşıtlığı” temeline dayanan stratejisiyle gitmeye hazırlanıyor. Demirtaş, Viyana’dan sonra Lahey’de yaptığı konuşmada, HDP’nin “Türkiye’yi ateşe atan Erdoğan’a karşı umut olduğunu” söylüyor. HDP, Erdoğan ve AK Parti karşıtlarının umudu olmayı sürdürebilir belki ama bu politikayla, “sadece Kürtlere değil Türklere de özerklik vaat ederek” Kürtlerin bu talebini seçimden sonra yapılabilirse Yeni Anayasa’ya dâhil ettirmesini artık hiç mümkün görmüyorum.
Bu sisteme karşı olduğumdan değil ama Türkiye’nin birinci partisini dışarıda bırakarak bu konuda reforma karşı olanların çoğunlukta bulunduğu AK Parti karşıtı cephe içinde yer almak suretiyle “en geniş konsensüse” varma imkânı bulunmadığı için. Ve de yukarıda söylediğim gibi, PKK’nın yeniden teröre dönmesinin halkta daha şimdiden bıraktığı kötü izlenim, değil 1 Kasım’a kadar, daha yıllarca silinemeyeceği için elbette.