Geçtiğimiz günlerde Sözcü gazetesinden Aytunç Erkin, SADAT bünyesinde çeşitli faaliyetlerde yer alan ve kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan emekli bir SAT subayından söz eden iki yazı yazdı (18 ve 20 Ocak).
Yazılardaki temel ve otomatik soru şuydu: Atatürkçü bir subayın SADAT’ta ne işi var?
Gerçekten, SADAT gibi, etkinlik içerikleri bir yana sadece ismiyle bile geleneksel askerî tutum açısından negatif sembol haline gelmiş bir yerde Atatürkçü olduğu iddiasındaki bir subayın ne işi vardı?
Erkin 18 Ocak’taki ilk yazısında SADAT’la ilgili bazı bilgi ve fotoğraflara yer vermişti. Yazıda Ersin Eroğlu ve Caner Taşpınar’ın “Gölge Ordu: SADAT’ın Sır Perdesi Aralanıyor” kitabına atıf yapıyor ve SADAT’la ilgili somut bilgilere ulaştığından söz ediyordu.
Yazıdaki görsellerden biri, hangi ülkede olduğu belli olmayan bir SADAT eğitim kampına aitti ve görselin altında emekli SAT subayının ismi yazıyordu.
Erkin’in o yazıda verdiği bilgiye göre, söz konusu emekli subay 1990 yılında Deniz Harp Okulundan mezun olmuş, SAT kursunu birincilikle kazanmış ve birinci olarak bitirmiş, 2010’da binbaşı iken kendi isteğiyle emekliye ayrılmıştı. Erkin, kendisini tanıyanların anlattığına göre bu subayın SADAT’ın fikirlerini benimseyen biri olmadığını ve maddi gerekçelerle SADAT eğitimlerinde yer aldığını belirtiyordu.
Emekli SAT subayının yer aldığı tek fotoğraf bu değildi. SADAT 2019 yılında IDEF Uluslararası Savunma Sanayii Fuarı’na katılmıştı. Emekli subay, burada SADAT’ın tanıtım standında görülüyordu.
Erkin bu ilk yazısını “kim bu SAT’çı eğitmen?” diye sorarak bitiriyordu.
İki gün sonra “Atatürkçüyüm! Para kazanmak için eğitim verdim. Profesyonelim” başlıklı bir yazı daha yazdı. Anlayabileceğimiz gibi yazı, SAT’çı emekli subay hakkındaydı. Aytunç Erkin, fikri takip yapıyordu.
Fikri takip yapıyordu dedim ama gerçekten fikri takip mi yapıyordu, yoksa bu ikinci yazıda emekli subaya kendini açıklama için bir fırsat sunma amacı mı taşıyordu sorusunun cevabını okurun sezgisine havale etmek en iyisi.
Erkin, ilk yazıdan sonra bu subayla konuştuğunu söylüyor ve “sonuçta cevap hakkı önemli” diyerek emekli SAT subayının açıklamalarına yer veriyordu.
Can alıcı soru, o fotoğrafların hikâyesinin ne olduğuydu.
SAT’çı subay, esas cevaplara girmeden önce kimlik gösterme yoluna başvuruyordu.
“Eski bir askerin oğluyum. Çizgimiz belli. Sonuna kadar Atatürkçü olan, Cumhuriyet taraftarı insanlarız.”
Bu kimlik gösterici girişten sonra, bu girişle ve kimlikle olan çelişkiyi açıklamak için şu argümana başvuruyordu emekli ve Atatürkçü SAT subayı:
“Ben profesyonel çalışıyorum.”
Profesyonellik argümanını şunlarla destekliyordu:
“Ben emekli binbaşı rütbesinde çalıştığım için çok da bir para kazanmıyorum. İki çocuğum var ve gelen teklifleri değerlendiriyorum.”
Aytunç Erkin bu argümanı yerinde bir soruyla sınıyordu: “Atatürkçüyüm diyorsunuz. SADAT’ın düşünce yapısı ortada. Mehdi gelecek diyen kurucuları var… Neden eğitim veriyorsunuz, burada bir çelişki yok mu?”
“Güzel bir soru” diye cevap veriyordu emekli SAT subayı.
“Güzel bir soru” dediğine göre, bu güzellikle orantılı bir ikna ediciliğe sahip bir cevabın gelmesini bekliyorduk.
Ancak, SAT’çı subayın profesyonellik ve onu güçlendirmek için kullandığı geçim derdi argümanını bazı detaylarla pekiştirmenin ötesinde sunabileceği ilave bir gerekçelendirme yok gibi görünüyordu:
“Hayaller var, bir de gerçekler var. Bir oğlum var, işi yok daha. Kızım annesinde kalıyor. Geleceklerini düzenlemek zorundayım. İstanbul’daki iş ortamını biliyorsunuz, seçme şansınız yok. 54 yaşınızda elinizde CV ile dolaşamazsınız. Bodyguard olamam ki! Bilgim ve birikimim var. Para kazanmak için yaptığım bir iş.”
Ardından söyledikleri ise bir yandan gayet anlaşılır bir yandan ise hayli bulanıktı: “Evet farklı düşüncede olabiliriz ama sonuçta seçme şansınız yok. Ekonomik anlamda çalıştım.”
Emekli SAT subayının SADAT’ta çalışmasına ilişkin açıklaması, evet, bu kadardı.
Kendisini tanımlayan birincil ve biricik kimlik olarak Atatürkçü ve Cumhuriyetçi olmayı tercih eden bir emekli SAT subayının SADAT bünyesinde yer almasının gerekçesi olarak suna suna parayı sunması okuyucuya en azından şaşırtıcı gelmiş olmalı.
Emekli subay, anlattığı ve itibar etmemizi talep ettiği hikâyeyle, sadece kendisinin değil çocuklarının işsizliği gibi çeşitli kişisel/duygusal öğeleri seferber ettiği ölçüde, SADAT’ın ardındaki ideolojik bagaj, füme ilişkiler ağı ve mesela kendisinin o ağa nasıl dahil olmuş olabileceği gibi sorunlar kümesinin üzerinden hızlıca atlamamızı bekliyordu. Gerçekten şaşırtıcıydı bu.
Bu şaşırma tecrübesinin uzun vadede topluma iyi geleceğini düşünüyorum ve bu kamusal iyiliği askerlerin sivil toplumsal alandaki artan görünürlüğüne borçluyuz.
Daha önceki bazı yazılarımda da bahsettiğim gibi (emekli) askerler son dönemde toplumun çeşitli alanlarında daha görünür oldular ve bunun bence şöyle bir olumlu sonucu oldu: Türkiye toplumu askerleri daha yakından tanıma ve bilme fırsatı bulmaya başladı.
Askerler toplumun görünür alanlarında kendilerini dışavurdukça, üniformanın gayrişahsi karizmasının örtegeldiği kişisel hasletleri daha çıplak ve çarpıcı biçimde ortaya çıktı.
“12 Mart’a Beş Kala” isimli anı kitabında emekli tümgeneral Celil Gürkan, anı yazma gerekçelerinden biri olarak şunu kaydetmişti:
“Askerlerimizin içinde çok akıllı olanlar, daha az akıllı olanlar, belki de düpedüz akılsız olanlar da vardır. Bilgilisi de vardır, bilgisizi de vardır. Geniş görüşlü, olgun subaylarımız, komutanlarımız da vardır, ama ihatası dar, saplantılı subaylarımız ve komutanlarımız da vardır. Niye olmasın? Ben 37 yılı aşkın askerlik yaşamımda bu topluluğun içinde her yapıda asker kişi gördüm. Erinden generaline kadar. (…) Askerimizi, subayımızı, komutanlarımızı gerçek dışı bir ‘aziz’ gibi görmeyelim. (…) İstedim ki sizler de asker kişileri, omuzlarındaki yıldızları ile değil, bizden birer insan olarak kişilikleriyle tanıyasınız.”
İşte Celil Gürkan, belki de ilk kez böylesine bir açıklıkla askerlerin içine girdikleri bir agorada yapıp ettiklerini ve söylediklerini; siyasal ve toplumsal ufuklarının ve dünya görüşlerinin yanı sıra zekâ, bilgi, etik, estetik vs. gibi alanlardaki kişisel repertuarlarını kaçınılmaz biçimde ve üçüncü bir şahsın anlatımına gerek bırakmaksızın toplumun önüne serdi.
2006 yılındaki bir olay, bu bakımdan çok çarpıcıydı.
O tarihte, Erke Araştırmaları ve Mühendislik adlı bir firma petrol, su ve gaz kullanmadan elektrik üreten “Erke Dönergeç” adında bir makine geliştirdiğini iddia ettiği bir tanıtım toplantısı düzenlemiş ve toplantıya başka emekli askerlerin yanı sıra eski genelkurmay başkanı emekli orgeneral İsmail Hakkı Karadayı ve eski Kara Kuvvetleri komutanı emekli orgeneral Muhittin Fisunoğlu da katılmıştı.
Firmanın danışmanı sıfatıyla o toplantıda konuşan emekli tümgeneral Çetin Uğural, fizik biliminin temel yasalarına alenen aykırı bu buluş için aynen şunları söylemişti:
“Bugünün bilim literatüründe bu buluşun açıklanması için temel teşkil edecek bilgi yok. Bu nedenle buluşun dayandığı fizik ve matematik esaslar şirket tarafından uygun görülen bir zamanda bilim dünyasına sunulacak. Bu yüzden konuyu tartışmaya açmıyoruz. Kimseyi inandırma gibi bir amacımız da yok. Hatta bu buluşa inanılmaması bizi mutlu eder.” (Hürriyet, 22 Kasım 2006).
Emekli tümgeneral Uğural’ın Erke Dönergeçi’ni tanıtmak için kullandığı bu cümleleri, biraz da, emekli SAT subayının kendini anlatmak için başvurduğu argümantasyonla olan benzerliğini yine okurun sezgisine havale etmek için verdim.
Uğural’ın sözlerine karşılık gelebilecek en iyi ifadeleri de, bambaşka bir bağlamda, emekli SAT subayı kullanmıştı:
“Hayaller var, bir de gerçekler…”