Bazı iyi kitaplar bizi terk etmez. Don DeLillo’nun Mao II’si de benim için öyledir. DeLillo bu romanında edebi anlatının küresel terörizm çağında artık insanları heyecanlandırmadığını tartışır. Ona göre televizyon ekranlarında her Allah’ın günü sivillerin ölümünü, uçakların düşüşünü veya binaların enkaza dönüşünü gören insanlara, edebiyat artık bir heyecan veremez. Terörizm büyük politik ve kültürel anlatı haline gelmiştir. Edebiyat tahayyülü alt üst eden ve aşan bir gerçeklikle rekabet etmeye artık güç yetirememektedir. Edebi tahayyül gerçeklik karşısında açık bir yenilgiye uğramıştır yazara kalırsa. Hakikat, imgelemi aşmaktadır. Zulüm terörizm marifetiyle günümüzde artık hayal bile edemeyeceğimiz boyutlara ulaşıyor. Şeytana ait olan hiçbir şey, insana da yabancı değildir.
Zulüm insan ruhunu önce pelteleştirir sonra da zıddına irca eder. Zulüm bu açıdan vasat bireysel bir kötülük değil, insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. Küresel zulme tanık olmak insanlıkta ortak bir suçluluk hissi uyandırır. İnsanlık kendini hem mağdur hem de suçlu hisseder bu utanç tabloları karşısında. Nürnberg’de dünyanın huzurunda failler yargılandı belki ama insan düşünmeden edemiyor, üçüncü bir şahsın böyle bir suçu yargılaması hangi yaraya merhem olabilir? Ya sessiz bırakıldıkları için tarihin tanık sandalyesine asla oturtulmayan Gazze’li, Boşnak, Suriye’li, Irak’lı, Afgan mağdurlar? Onlar ‘onarıcı adalet’i görmekten bile mahrumdur. Suçlunun hak ettiği cezayı bulması insanların içinde biriken öfke ve hıncı iyileştirmeye yeter mi? Sanmıyorum. Onca tufandan ve akan kandan sonra affetmek çok zorlaşıyor. Bir ahlaki onarım da gerekiyor toplumun bütün gözeneklerine işleyecek, iyiliğe olan itikadın da tazelenmesi gerekiyor.
“Hınç, hepimizi yıkılmış bir geçmişin çarmıhına geriyor. Geriye döndürülemeyecek olanın tersine çevrilmesini, olanın olmamış kılınmasını talep ediyor. Hınç, gerçek insani boyuta, yani geleceğe çıkışın önünü kesiyor” diye yazıyor Jean Amery. Hınç imkansızı talep eder: olmuş olanın feshedilmesini. Ama kolay mı öyle hınç duygusundan kurtulmak? Bazı yaralanmışlıklar, unutulmaz. Wolfgang Sofsky şöyle yazar : “Bedenin belleğindeki yara izleri kapanmaz. Maruz kalınan şiddet sınırı geçmiş, cildi delinmiş ve benliğin tam ortasına kadar sızmıştır. Bu travmayı zaman da iyileştiremez. Acı döner dolaşır yine gelir, o yakalanma anı, o acz duygusu, ölülerin manzarası, ölmekte olanların haykırışları unutulmaz.”
Yine de insan affeder. İnsan olmak bağışlamaktır. Bir yarayı, bir incinmeyi veya gönül kırıklığını geride bırakmak ve hızla oradan uzaklaşmak isteriz. Yanlış hareketin geri döndürülemez oluşu ancak ancak affedişle bir ölçüde şifa bulur. Affetmekle yüzümüzü geleceğe döner, geçmişin zindanından kendimizi azat ederiz. Affetmek yanlışı geçmişe yerleştirir ve geleceği onun etkisinden kurtarır. Genişler gelecek. Affetmek mütecavize duyulan öfke ve hıncın bırakılmasını sağlar ve nihayet saldırgan ve kurban arasında bozulmuş ilişkinin onarılması için bir kapı aralar. Bağışlamak, intikam alabileceğin halde misilleme yapmaktan geri durabilmektir. Bu elbette yanlış yapanın cezasız kalması anlamına gelmez, kişi sadece o hadisenin kendisini büsbütün esir almasını ortadan kaldırır. “Affediş, sadece affedilebilecek olanı affeder” der Jacques Derrida. Ona göre “insan yalnızca cezalandırabiliyorsa affedebilir. Affetme hep imkansız olarak gerçekleşir." Tam anlamıyla affetme ancak affedilemeyeni affettiğiniz zaman gerçekleşen bir şey; yani imkânsız. Veya bir delilik, bir olağandışılık. Hakiki anlamıyla affetme, hiçbir anlamanın, hak vermenin, affetme ihtimalinin, affetme eğiliminin olmadığı durumda gerçekleşir. Ancak bir affedilemeyen varsa affetme mümkün olur der kısaca, çünkü ancak bu koşulsuz affetme kavrayışı sayesinde affetmeyi ceza, unutma, arınma, telafiden ayırt edebiliriz. Bunun nasıl bir affetme olduğu fark etmiş olmalısınız. İlahi bağışlanmadan bahsediyor. Çünkü hem yargılama hem cezalandırma hem de alacaklı olma yetkelerini elinde bulunduran tek kudret Tanrı’dır. Karamazof kardeşleri anmanın tam sırası: “ Tanrı için affetmek tabii ki kolaydır. İnsan için öyle mi?” Çünkü trajik olan yalnızca insani planda gerçekleşir. Yeterince üst bir bakışa ulaşılabilseydi, her şeyin öyle olması gerektiği için, öyle olduğu fark edilebilirdi. Derrida’nın tespiti bir yana bir insandan af dilemek, kendini affedilebilir görmek anlamına da gelmez mi? Verilmeyeceği bilinen bir şeyi bir insandan talep etmeye kim cür’et edebilir? Affetmenin önde gelen kuramcısı Jankelevitch’e göre affediş beşerin takat yetiremeyeceği bir şeydir, zira ya bir mazeret ya da yanlışa çanak tutmayla zedelenecektir. Gerçek bir affediş göklerden gelen bir bağıştır, ilahi alanın beşeri alana bir temasıdır, mucizevi ve ilham vericidir. Geleceğe dönüktür ancak geçmişle ilişkimizi de değiştirebilir. Jankelevitch’e göre suç telafi edilemeyecek boyuttaysa affetmenin de bir anlamı yoktur. İşte bu yüzden de “affetmek ölüm kamplarında can vermiştir” der. İnsanlığa karşı işlenen bir suçu affetmek, yine insanlığa karşı başka bir suç işlemektir ona göre.
Politik ahlakın öncelikli hedefi insan hayatının korunması olmalı. Örgütlü, kitlesel, ölümcül zalimliğe baş kaldırmalı insan. Ahlaka çağrı, hayata çağrıdır. Hayatı koruyan bir politik kültürü savunmak insan kültürünün çeşitliliğini muhafaza etmeye çalışmaktır aynı zamanda. Komşumuzun hayatını korumanın politikanın ilk ödevi olduğunu düşünüyorsak, ölüm politikalarının onlara ve atalarına hangi acıları yaşattığını da doğru hatırlamak zorundayız. Acıyla dolu bir tarihi, acıyla ve elemle ele almak, politik affedişe bir girizgahtır. Politik düşmanlarımızı affetmeye başlamak için önce neyin affa şayan olduğuna karar vermeliyiz. Dün komşum olan kişi bugün nasıl düşmanım oldu? Bu soruya verilecek esaslı bir cevabımız olması lazım ki bir konuşma ahlakı oluşsun aramızda. Bu ahlakın oluşması için de insan hayatını pey olarak ortaya süren anlayışların bir kenara bırakılabilmesi gerekir.
Yirminci yüzyılda öldürülen insan sayısı, önceki beş bin yılda öldürülen insanların toplamından fazla. Ahlaki körlük çağında hepimiz acı bize ilişmediği sürece onu unutmayı ve yok saymayı yeğliyoruz. Unutuş, gerçeklerden kaçınma kılığına girerek avlıyor bizi, geçmişi bastırmıyoruz hayır, hatırlamaktan kaçınıyoruz. “Katille maktul arasında barışma olmaz” diyor Sofsky, “failin hayatta kalana uzattığı el bir hakarettir… Gerçekten af dilemek, affedilmez olanın hoş görülmesini istemek, adaletsizliği yapan tarafın görevidir.” Nasıl affedeceğiz? Ahlaki onarımı nasıl yapacak ve yüreği yanmışların yüreğine nasıl su serpeceğiz? İçimizden yürüyen bir kezzap gibi bizi dağlayan, bazen bizi hayatta tutan, bazen de bugünle barışmamızı engelleyen o hınç duygusunu nasıl iyileştireceğiz? İşkence, sürgün ve köleleştirmeyle sessizleştirilen, boyun eğdirilen insanları nasıl yeniden tarihin tanık sandalyesine oturtabilecek ve onlara nasıl olup da konuşabilmeleri için bir ümit veya bir ses verebileceğiz? Keşke bir cevabım olsaydı.
Teşekkür : Zübeyde Çakır’a yazıya katkılarından dolayı teşekkür ederim.