‘’İlahi mağfiret Yahya Efendi Dergâhı’nda adeta güzel bir insan yüzü takınır. Ölüm burada, hemen iki-üç basamak merdiven ve bir-iki setle çıkılıveren bu bahçede hayatla o kadar kardeştir ki, bir nevi erme yolu yahut aşk bahçesi sanılabilir’’ diye yazar Ahmet Hamdi Tanpınar efsanevi eseri Beş Şehir’de. “Başka milletler içinde, onu bizden daha çok muhteşem şekilde tasavvur edenler, mezarı terk edilen dünya nimetlerinin küçük bir sergisi hâline getirenler, sanatlarının ve icat ve kabiliyetlerinin bütün kaynaklarını içlerindeki fânîlik korkusunu yenmek uğrunda tüketenler çok olmuştur; fakat hiçbiri ona bizde aldığı ehlî yüzü verememiş, onun korkunç realitesini, bizim kadar yumuşatamamıştı’’ der. Hatırımda kaldığına göre, Tanpınar’ın aktardığı bir rivayette, bir dost meclisinde Yahya Kemal’e “Üstad, İstanbul’un nüfusu ne kadardır?” diye bir sual tevcih edilir. Yahya Kemal’in bu suale cevap olarak yüksek bir rakam vermesi üzerine, soruyu soran kişi, üstadın soruyu yanlış anladığını düşünerek “Efendim, bu sayıya yerin altındakiler de dâhil olsa gerek?” diye mukabele eder. O zaman Yahya Kemal o meşhûr cevabını verir: “Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.” Ölüm bizim kültürümüzde munistir, ondan korkulmaz bilakis ölüme dost olunur. Mahallenin cami haziresinde yatanlar da mahalle efradından sayılır. Bir ulu çınar, bir çeşme, bir mescid-tekke ve küçük bir hazire, o mahallenin manevi çekirdeğini oluşturur. O hazireler çiçeklerle bezelidir, mezar taşları size türlü dilde konuşurlar. Ölümle dostluk o mertebededir ki geçmişin kartpostallarında Karacaahmet veya Eyüp mezarlığında pikniğe çıkan insanlara tesadüf edersiniz. İstanbul mezarlıklarıyla İslam kimliğini kuşanmıştır. Edhem Eldem’in sözleriyle, ‘Eyüp ve Karacaahmet gibi geniş alanlara yayılmış mezarlıklardan kentin tarihi dokusuna işlemiş beş on taşlık hazirelere kadar Osmanlı payitahtının hemen her köşesinde mezar taşlarına rastlamak mümkündür. Asırlar boyunca, özellikle de son elli yılın hızlı kentleşme sürecinde büyük bölümü tahrip olmuş ve izini kaybettirmiş olmasına karşın, bu taş ve mezarlıklar hala kentin hayati bir unsurunu, kişiliğinin vazgeçilmez bir özelliğini oluşturmaktadır’.
Ölüm bizim medeniyetimizde hayatın ta ortasında yaşar, hayatı terbiye eder ve azgınlığını törpüler. Yunus dilinde: ‘Başları ucunda hece taşları/ Ne söylerler, ne bir haber verirler?’. Bir tenbihçi gibi, gurura ve sarhoşluğa eyleden insan egosunu frenler ölüm. İşte bu yüzden kadim şehir de ölüme soğuk bakmaz. Kabristan şehrin orta yerindedir, ölüme ve ölülere hürmet şehrin manevi dokusuna nüfuz etmiştir. Mezar taşlarına nakış gibi işlenmiş “Huve’l-Bâkî”, “Huve’l-Hallaku’l-Bâkî”, “Küllü men aleyhâ fan” ifadeleri, ölümü ve onun ötesinde de herşeyin helak olduğu bir dünyada sadece Allah’ın yüzünün kalıcı olacağını inananlara hatırlatır. Ölüm gibi ölmüş kişi de hayattan kovulmaz, dualardan eksik bırakılmaz ve onunla yaşamaya devam edilir. Hayat ve ölüm arasında bir kesinti yoktur, ikisinin de görevi akıp birbirine karışmaktan ibarettir. Şehir sadece yaşayanlar için bir mekan değildir, ölülerle dirilerin birbirine değdiği, birbiriyle konuşmaya devam ettiği bir yerdir aynı zamanda. Batıda kişiye özel mezar imtiyazlı kişilere mahsus bir hak iken, Osmanlı geleneğinde sonsuza dek tek bir kişiye ayrılmış bir mezar anlayışı hakim olmuştur. İstanbul bir mezarlıklar şehri olduğu kadar bir türbeler şehridir. Şehirler Anadolu’da da mabet, çarşı ve çeşme kadar yatırlar etrafında da örgütlenir. Ölülerin hala dirilere yardım edebileceğini düşünen ‘halk inanışı’, evliyanın öldükten sonra da insanlara görünebileceğini ve insanlara şifa dağıtabileceğini kabul eder. Evliya tasavvufi olarak bir mertebeye erişmiş kişidir ve yeri ve zamanı geldiğinde mucizevi dokunuşlarla şifa verebilir. Anadolu halk kültüründe bedeni terk eden ruhun zaman zaman evini ve geride bıraktıklarını ziyaret etmek için evine geldiğine, evinin çevresinde dolaştığına inanılır. Ölmeden evvel ölmeyi şiar, ölümün tezekkür ve tefekkürünü meslek edinen tasavvufi maya, bu coğrafyayı ölüm fikriyle barıştırmış ve onu can kuşunun özgürleşmesi, düğün gecesi gibi olumlu atıflarla sevimli hale getirmiştir. Oysa modern çağda ölüm, daha seküler anlamlara bürünmüştür.
Ölümün sekülerleşmesi hayatın merkezine Tanrı’yı değil, insanı koymakla başlıyor. Referans noktası artık Tanrı değil insandır ve ölüm öte âlemde kişinin yeniden doğuşu, yepyeni bir hayata başlaması değil sadece hayatın bitişidir. Bizim modern ölüm tecrübemizi etkileyen önemli değişikliklerden biri, ölümün ‘toplumdan kurumlara taşınmış olmasıdır.’ Artık evde değil hastanede ölüyoruz, sevdiklerimizin duaları ve sevecenliğiyle değil doktorların umutsuz bakışları altında öte âleme uğurlanıyoruz. Ölüm modern Batı’da müstekreh bir şey addedilerek insan bilincinden kovuluyor. Dur durak bilmeyen hayat koşuşturmacası ölümle de bir mola vermiyor, süreklilik hissi sevilen kişinin kaybıyla dahi zedelenmiyor. Ölümden gözlerimizi kaçırıyoruz. Mezarlıklar giderek şehrin en ücra köşelerine taşınıyor ve aynı zamanda ölümü göz önünden çekip alacak başka tören biçimleri geliştiriliyor. Barselona şehrinin girişinde öldükten sonra yakılmış insanların küllerini saklayan tıkış tıkış cam gözler görmüştüm. Modern Batı’da cenazeyi toprağa verme adeti giderek azalıyor ve krematoryumlarda yakılan insan cesetleri bir avuç küle dönüştürülüyor. Ölüyü yakmak, modern dünyada, ölmüş olan kişinin defterinin tamamen dürülmesi ve hayatın temposuna kalındığı yerden devam edilmesi anlamına geliyor. Ölümün metafizik çağrışımları kaybolduğunda, onu bir başarısızlık, bir yenik düşme olarak telâkki etmeye başlıyoruz. Beklenmedik bir anda başa gelen ölüm, modern insanı huzursuz etmektedir artık. Ölümü inkâr ediyor, onsuz yaşamaya talip oluyoruz. Onun işaretlerini görmek bizi kaygılandırıyor. İstanbul’da ‘Her canlı ölümü tadacaktır’ ayetinin bir kabristanın girişinde asılı durması, zamanında pek çok kişiyi rahatsız etmişti. Mesela ‘uyumayan şehir’ New York, göğü saklayan devasa gökdelenleri ve dur durak bilmez temposuyla bana hep Tanrı’ya ve ölüme isyanı simgeler gibi görünmüştür. Oysa gökdelen ve avm tasallutu öncesi bir İstanbul veya Bursa, servilerin gölgesinde ölümün de aşina bir yüze büründüğü, yaşayanların ölülerle birlikte fizik ve metafizik alemleri tecrübe ettiği şehirlerdi.
“Orta yaşlardan itibaren insan hayattan çekilmeye hazır bir şekilde yaşar. Çünkü hayatın öğlen vaktinin gizli bir anında parabol tersine döner ve ölüm doğar. Hayatın ikinci yarısı yükselme, açılma ve taşmaya değil, ölüme işaret eder; zira artık iniş başlamıştır. Hayatta istediğimiz şeylere nail olmanın inkarı onun, sona ereceğini kabul etmeyi red ile aynı anlama gelir. Her ikisi de yaşamak istememeyi ifade eder, ve yaşamak istememek de ölmek istememekle aynı kapıya çıkar. İniş ve çıkış tek bir eğriyi meydana getirir’’ demişti Jung. Dünyanın en dayanıklı ve kalıcı evleri yaşayanlar için değil, ölüler için yapılanlardır. Tac Mahal’i veya türbeleri düşünelim. Kahire’de dirilerin ölülerin evine konuk olduğu bir mezarlık mahalle bile vardır. Bunda bir tuhaflık görülmez. Kadim öğretide hayatla ölüm iç içedir; eğer hayat seviliyor ve ölüm sevilmiyorsa bu, hayatın da gerçek anlamda sevilmediğini gösterir. Hz. Peygamber’in vefat yaşını geçen bilge kişilerin, bir teeddüp içinde, fazladan yaşadıklarını düşündükleri bir medeniyet tasavvuru, hayatla ölüm arasına duvar örmez. Ölüler diridir ve diriler de hakikatin hakkını veremiyor olduktan sonra, yaşayan ölüdür. Bugünün modern şehri, bu bakımdan adeta bir yaşayanlar mezarlığıdır. Neon ışıklarında ölümsüzlüğü ve uykusuzluğu yakalayan modern şehrin aksine, kadim şehir, hayatın ve tabiatın doğal çevrimlerine tabi olarak her gün ölme ve ölümden sonra dirilmeyi yeniden tecrübe eder. Kahire’de mezarlıklarda yaşayan yoksulların mahallesi apayrı bir örnektir. Kabristan sadece geçmişe değil bugüne de ev sahipliği yapar ve bugünün ölmeye itilmişlerini de sinesinde saklar.
İstanbul ahalisinin ölüm karşısındaki duygularını Süheyl Ünver pek güzel anlatır: ‘’Türkler ölümden korkmamışlar ve onu, “Ömrüm bu kadarmış.” diye ölecekleri anda bile tevekkül ile karşılamışlardır. Ölümden sonra mezaristanda olan safahatın teferruatı ölmezden evvel birçok saf ve temiz ruhlu insanların hafızasında yer etmiştir. Mezar taşları, insanların ölüm karşısında tevekküllerinin izahlarıyla doludur. Şairler, kabir taşlarına yazdıklarını bazen kendi lisanlarından, dirilere hitab tarzında yazmışlardır. Ölenlerin dilinden hitabı daha sûzişkâr olmuştur ve yanlarından geçen dirilere açık ve kapalı serzenişlerde bulunmuşlar. “Bugün bana ise yarın sanadır” gibi sözler katmışlardır. Gelip geçenler bunları okudukça kendi telakkilerine göre müteessir ve mütehassis olmuşlardır…Netice şudur: İstanbul’da yaşayan halk ölülerin uykuda olduklarına, yeniden hayata gelinceye kadar uyuyup sonra dirileceklerine kâildir. Halkın felsefesinin de ölmekle artık ebediyen yok olmak telakkisi yer bulmamıştır. Halkın bu düşüncesi bugünkü felsefe cereyanlarının bazen menfi yollar takip etmesine güzel bir cevaptır. Halkça ruh vardır ve ebedîdir. İnsanlar mutlaka ölüm geçidinden geçecektir. Lâkin ademe, yok olmağa değil, ruh âlemine.’’ Ruhlarla beraber yaşamak, ebediyeti şimdiki anda tecrübe etmek, hayatı fizik alemden ibaret saymamak…Bu hususiyetlerle şehirleri imar eden cetlerimizin, evleri de kalıcılığı ve yerleşmeyi ima eden taş yerine, geçiciliği ve faniliği ima eden ahşapla inşa etmeleri manidardır. Çok eski bir hikâyede anlatıldığına göre, bir adam mağarasında yüz yıldır yaşamakta olan bir bilgeyle karşılaşmış. ‘Neden kendine bir ev inşa etmedin?’ diye sormuş adam şaşkınlıkla, ‘Hayat çok kısa’ diye cevap vermiş bilge, ‘yerleşmeye değmez’. Dünyanın yerleşmeye değer bir yer olmadığı düşüncesi, mimari görkemin evlerden ziyade ziyade ibadethanelere yansıtmasına yol açar. Şaşaalı saraylar yerine Allah’ın yüceliğini gösteren camiler, mülkün evvel emirde kime ait olduğunu ve insanın bu dünyada sadece bir yolcu olduğunu kulaklara fısıldar. Nasıl ölüneceğini bilen insanlar ancak, hayatı nasıl yaşayacaklarını da bilirler. Ölümlerimiz hayatlarımızı aydınlatır. Buradan ilerleyerek şunu da söyleyebiliriz: Ölüme dost olan şehir hayata da dosttur.
‘’Hayatın mutluluk olduğu ya da mutlulukmuş gibi yaşanması gerektiği bir dönemde, ölümün çirkin yüzünün mutlu bir hayatın ortasında belirivermesinin doğurduğu rahatsızlığı, sarsıcı ve katlanılmaz acıyı açığa vurmaktan, artık ölecek kişinin iyiliği için değil, yakınlarının, yani toplumun iyiliği için kaçınmak gerekiyordu” der Phillipe Aries ve ekler: “Ölüm karşısındaki modern tavır, mutluluğu korumak üzere, ölümün yasaklanmasıdır”. Çağdaş toplumda, tema ve ayinler düzeyinde gözlenen sürekliliğe rağmen, ölüme meydan okunmuş ve ölüm, tanıdık şeylerin dünyasından gizlice kovulmuştur. Hastaneler ölümün yeni mekanları, hekim ve hastane personeli de ölümün yeni ustaları haline gelmiştir. Doğal ölümün yasaklanması ve adeta toplumsal hayattan sürgün edilmesi ölümün de tıbbileştirilmesi sorununu beraberinde getirir. Sağlığın Gaspı’nda Ivan Illich bu durumu şöyle ifade eder: ‘’ Ölümün tıbbileşmesi aracılığıyla, sağlık hizmetleri diğer tüm inançları dışlayan bir dünya dini haline getirilmiştir, bu dinin kuralları zorunlu derslerde öğretilir ve ahlaki çerçevesi, çevrenin bürokratik yeniden yapılandırılmasına uygulanır; cinsellik bile kitabına göre yaşanır, hijyen kaygısı yüzünden, iki kişinin bir kaşığı paylaşması kötülenir. Zenginlerin yaşam tarzlarına hâkim olan, ölüm karşıtı mücadele, kalkınma havarileri tarafından bir dizi kurala çevrilir, dünyanın yoksul nüfusunun yaşamlarını bu kurallara göre sürdürmeleri emredilir. Ancak fazlasıyla endüstriyel toplumlarda evrilen bir kültür, ölüm imgesinin, yukarıda açıkladığım ticarileşme sürecini olanaklı kılabilirdi. Bugün uç bir noktaya varan “doğal ölüm”, artık insan organizmanın tedaviyi reddettiği ana dönüşmüştür. İnsan artık son nefesini vermiyor ya da kalbi durduğu için ölmüyor; elektroensefalogram düz bir çizgi çizdiği zaman ölüyor. Toplumsal anlamda kabul gören ölüm, insan yalnızca üretici olarak değil, aynı zamanda tüketici olarak da, işe yaramaz hale geldiği zaman gerçekleşiyor.’’
Modern şehirde ölüm bir yalnızlık serenadıdır çoğu zaman. Yalnızlık hayatta olduğu gibi ölüm zamanında da insanlara yapışır, hayata vedayı sıcak bir helalleşmenin koynundan alarak bir dizi soğuk bürokratik ritüele indirger. Ölme mekânı olarak hastanenin öne çıkışı, şehrin ölüme küslüğünün, modern şehirde ölümün inkâr edilişinin tipik bir örneğidir. Taziye gelenekleri de giderek zayıflar ve ölüm bize nasihat ve tenbihatta bulunan bir öğretmen olmaktan çıkar. Taziye evi şehrin manevi varlığını devam ettirdiği, insandan insana giden sıcaklığın buharının tüttüğü bir yerdir. Orada şehrin beşeri sermayesini bir arada bulursunuz. Ölümün bir anomali, bir zayıflık haline getirildiği modern kültürde insan ‘başkasının ölümü’ne bakmak istemez. Topluluk bağlarının zayıflaması, şehrin ahalisini ne dirimde ne de ölümde bir araya gelebilen, birbirine bîgane bir yalnızlar topluluğu kılar. Ölmekte olan insanın veya bir yakınını öte âleme uğurlamış kişinin en çok gereksindiği şey, etrafında içten bir alâka gösteren insanlardır. İnsan dostluk ve dostane ilişki arayan bir varlık. Doğarken de ölürken de kucaklaşma arayışındadır insan. Eduardo Galeano’ya kulak verirsek: ‘’Barselona'da bir hastanede yeni doğanların bakımıyla ilgilenen Oriol Vall, insanın ilk hareketinin kucaklaşma olduğunu söylüyor; bebeler birilerini arar gibi ellerini uzatıyorlar. Artık epey yaşlanmış olanlarla ilgilenen başka doktorlar, ihtiyarların da günlerin sonunda kollarını kaldırmaya çalışarak öldüğünü söylüyorlar. İşte böyle konu hakkında ne kadar çok kafa yorarsak yoralım, ne kadar söz sarf edersek edelim, durum bu. Böyle. Fazla söze gerek yok, bir kanat çırpışı arasında gerçekleşiyor yolculuk.’’
Kabristan, insanların ölüm sonrası hayata duydukları inancın görünür hale geldiği yerlerden birisidir. Eliade’ye göre, ‘mezarlıklar ölümden sonraki hayata inancın kesin kanıtlarıdır; yoksa cesedi gömmek için katlanılan zahmet anlaşılmaz bir şey olurdu’. Ölüm, insanoğlu için hep baş etmesi gereken bir duygu olmuştur. Modern şehrin insanı zamanı ekonomik birimlere dönüştürülmüş bir halde yaşıyor. Cenazeye veya kabir ziyaretine ayıracak zamanı yok. Anadolunun küçük şehirlerinde, belediyelerin anons sistemlerinden günde birkaç defa vefat haberlerinin duyurulduğu anonslar yahut kasaba ahalisini bütün işini bırakıp camiye koşturan salalar, büyük şehirde duyulmaz. Bir başkasının ölümüne duyulan kayıtsızlık, şehir yaşamında daha da fazladır. Aslında bu da bir çeşit savunma mekanizmasıdır; metropol hayatında olumlu, olumsuz o kadar çok uyarana maruz kalır ki insanlar, bazı uyaranlara algılarını kapatmamak sinir sistemleri üzerinde aşırı uyarılmaya yol açabilir. İnsanların, kendileri ve doğa ile daha uyumlu olduğu ve görece olarak daha küçük topluluklar halinde yaşadığı zamanlarda yaşam ve ölüm arasındaki o ince sınır bu denli keskin değildi. “Konan göçer, gelen gider”; “Allah sıralı ölüm versin” gibi cümleler, çocukluğumuzda bir vefat haberi karşısında sıkça duyduğumuz cümlelerdi. Kendi çocukluğumu hatırlıyorum, aile büyüklerinin ölümü bizden gizlenmez; her türlü ritüele aile üyeleriyle birlikte eşlik ederdik. Oysa şimdi ebeveynler de çocuklarını bu ritüellerden “korumak” adına uzak tutuyorlar. Babaannesinin öldüğü haberi, torundan gizleniyor, çocuk ne mezara ne de duaya götürülüyor. Ölüm şehre sokulmuyor, ölüm bilince yasaklanıyor. Soru şu, birkaç nesil sonra çocuklarımız babaannelerinin mezarlarını bulabilecekler mi? Daha da vahim soru, torunlarımız dilleri dönüp de ebedi istirahatgahında yatan biz büyüklerine fatiha okuyabilecekler mi?
‘Allah’ın veçhinden başka her şey helak olucudur’ buyuruyor yüce Kur’an. Hüve’l bakî. Bakî olan yalnızca odur. Ölüm şehre manevi bir tılsım katar, hızlı olanın yavaş olanı yuttuğu modern şehir hayatında, ölümle karşılaşmak insana bir tefekkür imkanı verir. Ölüm bilinci, hayatı ve dolayısıyla şehri genişletir. Konanın göçtüğü bir gölgeler âleminde bizi öte âlemle irtibatlandırır ve kimsesiz insanlar olmaktan alıkoyar. Baki olan yalnızca O’dur. O varsa da gam yoktur.