Ana SayfaYazarlarİki cumhuriyet

İki cumhuriyet

 

Güncel siyaset alanında, sosyolojiyi de ilgilendiren, yeni sosyolojik gözlemler yapmayı ve çıkarımlar üretmeyi gerektirecek bir ara dönem yaşıyoruz. Bu dönemin son tartışma konularından biri, iki ayrı toplum, birbiriyle çatışan iki cemaat ya da iki sosyolojinin var olduğu, daha doğrusu Türkiye toplumunun bu ikilikten oluştuğu tezi. Bu, üzerinde durulması, tartışılması gereken bir önerme.

 

Ben bu tartışma alanına iki cumhuriyet kavramını eklemeyi doğru buluyorum. Aslında yeni bir şey söylemiyorum; bu tesbitin kuruluşta yaşanan tartışmalarla başladığını ve günümüzün ülke ve dünya koşullarına uyarlanarak devam ettiğini düşünüyorum. Sonuçta, iki cumhuriyet tartışmasının kapsamlı bir geçmişi var ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarına (1922-1925) kadar uzanıyor.

 

O yıllarda devlet biçimi olarak cumhuriyeti benimseyen ve kurulacak cumhuriyetin bir ulus-devlet olmasını savunanlar, tıpkı bugünkü gibi ikiye ayrılmıştı.  “Nasıl bir cumhuriyet?” sorusuna o gün verilen yanıtlar aslında sözünü ettiğim iki alternatiften fazlaydı; ancak bu iki karşıt görüş daha güçlü dayanaklarla öne çıkıyordu. Bu tartışma Osmanlı’dan sonra kurulacak yeni Türk devletine geçişin yöntemiyle ilgiliydi. Mutedil, yavaş, yıllara yayılan, halkın katılımını önemseyen bir geçiş mi? Yoksa tepeden inme yöntemlerle, gerektiğinde zor kullanarak ani bir geçiş mi? Kaynağını tamamen Batı kültürüne dayandıran ve despotik yöntemlerle yürütülen bir aydınlanma süreci mi; “kendi” ögelerini korumaya çalışarak yeni bir toplumsal kültür yaratma çabasını öne çıkaran bir değişim mi? Aydınlanmanın Batıdaki süreçlerinin birebir kopyalanması mı; çağın gerektirdiği yeniliklerle yoğrulurken bu topraklara özgü olanı da birleştiren bir sentez mi?  

 

Bu çarpışmada, bazı Batı kaynaklarında kendisine “aydınlanmış despot” denilen Gazi Mustafa Kemal önderliğindeki Birinci Grup ağırlığını koydu ve kuruluş bu yönde yol aldı. İkinci grup yenildi ve siyaset sahnesinden çekildi; daha doğrusu zor yoluyla, baskılarla, idamlarla geri çekilmek zorunda bırakıldı.

 

Aradan geçen zaman zarfında bir devlet biçimi olarak cumhuriyet geniş kitlelerce bir şekilde benimsendi. Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası ile siyasi, kültürel, tarihi… tüm bağlar yetkililerce koparıldı. Bu kopuş çabasında o denli ileri gidildi ki, bazı köşk ve kasırlar at ahırı olarak kullanıldı. Dönemin ünlü binalarının tarihi imajı silindi. Sokak ve yer adları değiştirildi. Osmanlı sözcüğünün yerine, mümkün olan her yerde Türk sözcüğü geçirildi (“klasik Türk musikisi” gibi). Osmanlı hanedanınin kendisi de artık küçümseyici bir ifadeyle “Osmanoğulları”ydı.

 

Ancak Osmanlı’nın dayandığı din ayağı şekil değiştirerek, büyük şehirlerden uzakta varlığını gizli gizli sürdüren ve bir kısmı cumhuriyetçiliği zamanla benimseyen cemaatlere kanalize oldu. Devir değişmiş ve problemler de yeni sistemin içinde farklılaşmıştı; ancak cemaatler taşrada büyük ölçüde köylülükten ve kasaba ahalisinden güç alarak etkilerini sürdürdü. İdeolojilerini yansıtan ve taşıyan muhafazakâr partilerin kurulması ve seçilmesi, bu yolla kendilerine temsiliyet sağlamak, zamanla belki iktidara gelmeyi ummak, hepsinin yöneldiği hedef oldu.

 

AKP bu denemelerin sonuncu ve en başarılı partisi oldu. Peki ya ideoloji? O elbette fazla bozulmadan yerli yerinde duruyordu. Ancak bu kez AKP iktidara geldikten sonra ne olacaktı? Bu fazla dokunulmamış, hattâ (sayıları az da olsa) bazı cemaatlerce Osmanlı devletinin dindeki reformlarından bile geriye dönüşün savunulduğu ideolojik alanın, 21. yüzyılda yaşama geçirilmesi nasıl gerçekleşecekti? Devir değişmiş, dünya değişmiş; yaşam tarzları, dindar insanların dini pratikleri dahi değişmişti. Bu, partinin önünde yanıtlanması gereken bir soru olarak duruyordu. Gerçekte, çağın gerektirdiği değişimlere kapalı bir muhafazakârlığın tüm Türkiye’ye hâkim olması ihtimali yoktu. Üstelik bu, İkinci Grubun kuruluştaki siyasi çizgisinin de gerisine düşmek demek olurdu. Yıllar içinde “muhafaza” kaygısıyla fikirlerin dondurulduğu, gelişme kaydetmediği bir çizgi, İkinci Grubun ılımlı da olsa “aydınlanmacı” özelliklerinin yok edilmesi ve muhafazakâr ideolojinin Türkiye’deki tarihsel köklerinden koparılması, mirasın reddedilmesi anlamına gelirdi.  

 

Kanımca AKP dün de, bugün de bu soruların tam olarak yanıtlandığı bir parti değil. Ilımlılık ile radikalizm sarkacında gidip geliyor. Ilımlılığın, yenileşmenin ağır bastığını düşündüğünüz anda, herhalde ılımlılıkta aşırıya gitme korkularından olacak, bir yerden en katı doktriner kalıp ve dogmalar ortaya çıkıveriyor. Öncelikle birden çok cemaatin, farklı görüş ve tutumların uyuşturulması o denli kolay değil. Ayrıca, bugünün sesi çıkan dini kanaat önderlerinden çoğunun tarih bilgisi az ve üstelik çağı kavramaktan uzaklar. Birçoğu Kuran ve hadislerin sayfa numaralarını bilmenin, kelimesi kelimesine ezberlemenin dini kanaat önderi ya da felsefecisi, hadi eski tabirle söyleyelim, ulema olmaya yetmediğinin de farkında değil. Her şeyi kendinden başlatma, kendini gösterme yarışı ve ucuzluğu da kafaları karıştırıyor, bu alanı iyice anlaşılmaz hale getiriyor.  

 

Sözün kısası, AKP’nin bugün İkinci Grubun gerçekten hakkıyla mirasçısı olduğu söylemek zor; ancak bu çizgi başka bir siyasi parti tarafından da sürdürülmediğine göre, yine de tarihsel bir bağdan söz edilebilir. 

 

İki cumhuriyet olgusuna bakarken bir tarafın, yani laik kesimin tezlerini, zamanla gösterdiği küçük değişimleri de göz ardı etmeden, epey iyi biliyoruz. Ama dindarların cumhuriyet anlayışları izaha muhtaç. Bu konuda sarih bir görüşleri ve programları olduğundan da kuşkuluyum.

 

İki Cumhuriyet tartışmasının derinleşmesi, İkinci Grup üzerinde daha fazla çalışmayı gerektiriyor.

 

  

- Advertisment -