Sedat Peker’in iktidarı sarsan itirafları üzerinden bir ay geçti. Türkiye bir demokrasi olsaydı, bu skandal açıklamalar çoktan hükümet devirmiş ya da birkaç bakanın istifasına yol açmıştı. Savcılar harekete geçip sadece itirafta bulunan hakkında değil, kamu görevlisi olsun olmasın, ilgili herkes hakkında dava açardı.
Ne yazık ki, bizdeki çoğu olayda, her şey tam tersi seyretti. Resmi ve gayri resmi susturma kuvvetleri anında sipere yattı. Deliller karartıldı, davalar iğdiş edildi ve hayal kırıklıkları yaşandı.
Peker olayından “Temiz eller operasyonu” beklemek iyimserlik olur. AK Parti iktidarının böyle bir şeye yönelmeyeceği, yönelemeyeceği belirtileriyle ortada. O eşiği galiba çoktan geçti.
Zaten bu ilişkilerinden arınamayan devleti, kırk gün hamama soksak yine de kolay kolay temizlenmeyeceğini az çok biliyoruz.
Susurluk skandalı yanında sıradan asayiş vakası gibi
Skandalın odağında Süleyman Soylu görünüyor. İki televizyon programında kendini cengaverce savundu. Lafı dolandırıp sorulardan kaçma becerisiyle herkese parmak ısırttı. Büyük bir aylık maaşla mafyanın kapısına bağlanmış siyasetçi konusunda inanılmaz bir atraksiyon sergiledi. İsmini, kendisini ifade vermeye davet (!) edebilecek bir savcıya söyleyebileceğini açıkladı. Soylu’nun bu bilgiyi kendine saklamasının, kimlere mesaj olduğu ister istemez merak ediliyor.
Emniyet’te de işler karışık. İddialar ve suçlamalar uçuşuyor. İktidardaki klikleşmeler oraya da yansımış gibi. Soylu’ya bağlı üst düzey polis şeflerinden açık meydan okumalar yapılıyor. Kolluk kuvvetlerinin bu durumu vahameti gösteriyor.
Dosya yeni olaylar ve ifşaatlarla kabarıyor. Susurluk Skandalı yanında mahalli bir hadise gibi kaldı. Başkanlık modelinin bu gelişmedeki rolü üzerinde durulması gerekir. Ama ayrıntıları bir yana bırakıp, kaba bir döküm çıkaracak olursak:
Süleyman Soylu, suç duyurusunda bulundu ama savcılar doğrusu çok ağır davrandılar. Peker hakkındaki arama kararı ve örgütüne yapılan operasyonlar nice sonra geldi. Yurt dışına da timlerin gönderildiği tahmin ediliyor.
Binali Yıldırım, oğlunun Venezuela’ya gidişini dostluk ve hayırseverliğe bağladı. Maske ve test kiti götürmüş. Uyuşturucu ticaretiyle ilgili iddialara ailecek çok üzüldüler. Baba ve oğul, onlar da suç duyurusunda bulundular.
Kutlu Adalı’nın öldürülmesi hakkında Peker, dikkat çekici ifşaatta bulundu. Tanıklar, açıklamalar ve ilginç bağlantılar söz konusu. İktidardan konuya giren yok. Peker’in kardeşi emniyete dilekçe verip konuşmak istedi ama alan yok. Başka bazı tanıkların ifadeleri birbiriyle uyuşuyor ama devlet hayret verici bir seyretme halinde.
İktidar yanlısı medya ve gazeteciler sus pus vaziyetinde. Kabak Özışık Kardeşler ile Anadolu Ajansı muhabiri Musab Turan’ın başında patladı. Özışık’ın arabuluculuk hevesi ağır bedel ödetti. Turan ise iki AK Parti bakanına (Mustafa Varank ve Bekir Pakdemirli) Soylu ve Peker’in açıklamaları hakkında soru soramayacağını işini kaybederek öğrendi.
Bu konuların aşina ismi Mehmet Ağar’ın Yalıkavak Marina’nın YK başkanlığından ayrılması skandalda ilk önemli sonuç. Sorulduğunda mealen “Marinaya mafya çökecekti, biz çöktük” gibi cevabının arkasını getirememiş görünüyor. AK Parti milletvekilliği oğlunun YK üyeliği devam ettiğinden ileri yorumlar için biraz erken.
Cumhurbaşkanı Erdoğan vazgeçemedi
En önemli gelişme, haftalar boyu konuşmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AK Parti TBMM Grup Toplantısı’nda nihayet mevzua girmesi ve Soylu’ya sahip çıkmasıdır. Muhteva itibariyle konuyu, iç ve dış çevrelerin iktidara yönelik komplo, propaganda ve kampanyalarına bağlaması kimseyi şaşırtmadı. Dikkat çekici olan, bu konuşmayı, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’den bir gün sonra yapmasıydı. Bahçeli grupta “Soylu’yu kimseye yedirtmeyiz” tadında konuşmuştu. AK Parti’nin içi kaynasa da genel başkan olarak Erdoğan’ın bu uyarıyı görmemesi mümkün değildi. Soylu’ya birlikte sahip çıkıldı ve Cumhur İttifakı büyük bir gerilimden şimdilik kurtuldu.
Sorun iktidar içinde yaşanıyor gibiyse de, MHP’nin taraf olması anlaşılır bir durum. Partinin yer altı dünyasıyla ve derin devletle ilişkileri herkesin malumu. Alaattin Çakıcı’ya özel af çıkarılması için yaptığı dayatma ve Soylu’ya verilen destek bunun ifadesi.
AK Parti’nin içindeki kaynama bu olayla iyice su yüzüne çıktı. Dallanıp budaklandı. Taraflar da belli sayılır. Anlaşmazlığın siyasal etik dışı, yapıyı çürüten süfli konular etrafında sürmesi, parti tabanında ve seçmende muhtemelen ciddi etkilenmelere yol açacak.
Nitekim, iktidarın etrafında toplanan bazı kesimlerin verdiği fotoğraf, akıllara Susurluk Skandalı görüntülerini getiriyordu. AK Parti’nin ”Çetelere karşı şöyle mücadele ettik, böyle sonuçlar aldık” şeklindeki yüksek perdeden iddialarının söndüğü görülüyor.
Bütün bunları dikkate alınca, Peker’in itiraf ve ifşaatının nedeninin, AK Parti iktidarının kirli işlerini başka bir ekip üzerinden sürdürme kararı ve onu gözden çıkarması olduğunu tahmin edebiliriz. Ancak, Peker’in konuşması hesapları bozmuş ve kavgayı AK Parti’nin içine taşımış durumda. Konunun uluslararası bir boyut da kazanmaya başladığı öngörülebilir.
Devletin vazgeçemediği üçlü
Siyaset-derin devlet ve mafya ilişkileri bakımından Türkiye’nin sicili hiçbir zaman pek parlak olmadı. Tarihi komplolar, suikastlar, faili meçhuller, kayıplar, bombalamalar ve kışkırtmalarla dolu. Kürt Sorunu’nun öne çıktığı dönemlerde bu daha da arttı. Bazen iyi niyetli girişimler olsa bile, köklü bir mücadele pek yapılmadı. Soruşturmalar ve davalar sürüncemede bırakıldı ve hatta iktidarlar eliyle üstü örtüldü.
Ciddi toplumsal tepkiler verildiğinde ise kısmen sonuçlar elde edildi. Örneğin, 1990’lı yıllarda patlayan Susurluk Skandalı’na karşı iktidara yönelik tepki ve sorunun parlamentoya taşınması bir nebze sonuç verdi. Davaların açılmasında kitlesel tepkilerin önemli rolü oldu. Böylelikle, bir süre siyasal etik öne çıktı ve suç örgütleriyle iç içe geçmişlik siyaset zemininde kabul görmedi.
Temizlik, devlete bırakılamayacak kadar ciddi bir iş
Siyaset-derin devlet-mafya üçlüsüne karşı o yıllarda yaşanan mücadelede, içinde yer aldığım bazı toplumsal tepki ve etkinlikleri bu vesile ile hatırlatmak istiyorum.
Susurluk Skandalı ortaya çıktığında, bütün Türkiye’den, ellerinde süpürgelerle yurttaşlar Ankara’ya yürüyüp, “Süpürün gitsin” sloganıyla, devletten bütün kirli ilişkilerin temizlenmesi için büyük bir miting yaptılar.
Adı geçen suçluların ve sorumluların kaçmaması için sınır kapıları (Kapıkule ve Sakçagözü) sembolik olarak bir saat süreyle bütün giriş ve çıkışlara kapalı tutuldu.
Dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar hakkında fezleke çıkarılmış ama bir ayı geçmiş olmasına rağmen bir türlü TBMM başkanlığına ulaştırılmıyordu. Meclis başkanlığına gelmeyen fezlekeyi, meclis dışından bir parti (ÖDP) buldu ve genel başkanı Ufuk Uras eliyle teslim etti.
Dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bazı konuşmalarında, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş ise hazırladığı Susurluk Raporu’nda devletin bazı durumlarda ve ihtiyaç halinde, yasa dışına çıkıp cinayet işleyebileceğini ima eden şeyler ifade etmişlerdi. Devletin zirvelerinde yasa dışılığa ve devletin işlediği cinayetlere böyle tolerans gösterilmesine bir tepki olarak, binlerce yurttaş Ankara’da toplanıp, alternatif “Halkın Raporu”nu TBMM başkanlığına vererek, devletten çetelerin temizlenmesini, yargı mekanizmalarının işletilmesini ve adaletin gerçekleşmesini istedi.
Bugün baktığımda, o dönem verilen mücadeleden de tam sonuç alınamadığını şüphesiz görüyorum. Ama mekanizmalar kısmen işliyordu. Kulaklar sağır ve kimi yetkililer kayıtsız değildi. Bu nedenle, hani bir nebze olumlu değişiklik yaşanmışsa, bu tür demokratik tepkilerin ve TBMM’de gösterilen çabaların sonucuydu.
Bugün, AK Parti iktidarının durumunu izah etmek için makul bir söz bulmak çok zor. Demokrasi ve ekonomi dibe vurdu. Uyuşturucu ve cinayet trafiğinin göbeğindeki mafya dünyasıyla kurulan ilişkiler hepsinin üzerine tüy dikti. Eski Türkiye’yi dillerine pelesenk etmişlerdi, halk o günleri arar oldu.
Sonuç olarak, “Şahlandık, uçuyoruz” masallarıyla ve “yerli ve milli” babalanmalarla bu noktaya geldik. Şimdi, pandemi şartlarının ve kısıtlamalarının bahane olarak kullanılmasına rağmen, iktidar ve devletteki çürümenin üstesinden gelmek için, bütün demokratik imkanları ve parlamenter zemini değerlendirerek, geniş yelpazeli toplumsal tepkiyi ortaya koymak gerekir. Çünkü yaşadıklarımız, bundan daha makul ve demokratik bir seçeneğin olmadığını gösteriyor.