İlter beyle ilişkimiz çok geriye gider. Gençlik yıllarında rahmetli babamla çalışmış, birbirlerini çok etkilemişler, her ikisinden de diğeri hakkında takdir ve saygı sözleri duymuşumdur. Zaten mesleğe ve göreve bakış açılarının birbirlerine çok benzeyen tarafları olduğunu zamanla ben de gözlemledim.
İlter beyle ilk tanışmam Dışişleri Bakanlığına girdikten bir süre sonra tayin sıramın yaklaştığı dönemde ilk amirim ile çalıştığımız odada ziyarete gelmesiyle gerçekleşti. Birleşmiş Milletlerde büyükelçiydi o sıralarda. Maiyetine genç bir memur arıyordu. Sonradan öğrendim ki, beni küçük çocuk olarak görmüş olmakla beraber nasıl biri olarak geliştiğimi görmek istemişti. Anlaşılan sınavı geçmişiz ki beni ismen istemişti.
İlk tanışmamızdan sonra Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliğimize en genç memur olarak atanmam gerçekleşti. En genç memur olduğum için çok fazla sorumluluk gerektiren bir iş vermesi zaten beklenemezdi. Benim başlıca işim, Türkiye’yi ve dış politikasını tanıtma konuşmaları yapmak için davet edildiği toplantılarda yapacağı konuşmaların ilk taslağını hazırlamaktı.
Dışişleri mesleğinin usta çırak ilişkisi üzerine kurulduğu sık sık tekrarlanır. Bu gerçekten de doğru bir tanımlamadır. İlter beyden kısa ve anlaşılır cümle kurmak, lafı uzatmamak ve dolandırmamak gerektiğini o sıralarda öğrendim. Yazdıklarımı ona beğendirmek hiç de kolay olmuyordu. Aynı konuşmayı birkaç defa tekrar yazdırır, değişiklikler yapardı; böylece ben de bir doktorunkini geride bırakmayacak ölçüde zor okunan el yazısını sökmeyi mecburen öğrendim.
İlter beyden öğrendiğim belki de en önemli şey sağduyu idi. Aynı hasleti babamda da görüyordum ama tabii amirinde görmek başka bir şeydi. Sağduyu ülkemizde ve özellikle Dışişleri mesleğinde her zaman takdir edilen bir özellik değildir. Çoğunlukla hamaset tercih edilir ve tabii hamaset ile sağduyu birbiriyle bağdaşmayan kavramlardır. Nitekim İlter bey bütün meziyetlerine rağmen New York’taki görevinden sonra o zamanki iktidar tarafından kızağa çekilmiş, o da BM Genel Sekreterinin atamasıyla Vietnam savaşı sonrasında Güney Doğu Asya’da artan mülteci sorunu ile ilgili özel bir göreve atanmıştı. İktidarın değişmesiyle Dışişleri Bakanlığının en üst görevi olan o zamanki adıyla Genel Sekreterliğe atanmıştı. Atamasının üçüncü haftasında 12 Eylül askeri darbesi gerçekleşti ve yeni yönetim onu Dışişleri Bakanı yaptı.
Bu görevinin ikinci yılında, benim de yurt dışı görevimin bitmekte olması üzerine Ankara’ya döndüğümde kalemine müşavir olarak aldı. O görevde eskisi gibi konuşma, metin yazma ve ayrıca görüşmelerinde not tutma ve zabıtlarını hazırlama işi bana düşüyordu. Tabii bu sefer şartlar değişmiş, içerik de hayli farklılaşmıştı.
12 Eylül döneminde Dışişleri Bakanlığı yapmış olmasının bazı çevrelerde antipatiyle karşılandığını biliyorum. O dönemde canı yanmış kişilerin 12 Eylül rejimiyle herhangi bir şekilde ilişkiye girmiş kişilere önyargıyla bakmalarının doğal karşılanması gerekir şüphesiz. Ancak biraz derinlemesine bakıldığında İlter bey sayesinde ülkenin dış politikasının raydan çıkmadığını ve özellikle Batı ile bağlarının muhafazası konusunda çok büyük gayretleri bulunduğunu ve bu gayretlerde büyük ölçüde başarılı olduğunu hatırda tutmak gerekir.
O sıralarda Türkiye’nin Avrupa ile ilişkileri bir hayli gevşemişti. O zamanki adıyla Avrupa Topluluğu ile bağlar dondurulmuş, Avrupa Konseyi Parlamento Asamblesinden ise TBMM lağvedildiği için fiilen ihraç edilmiştik. Ancak İlter bey askeri rejimin geçici olduğunu ve serbest seçimlerin er ya da geç yapılacağını bıkmadan ve usanmadan hatırlatırdı. Bu işin de kolay olduğunu kimse sanmasın. Avrupa Konseyi Parlamenterleri ile “kollok” denen düzenli aralıklarla yapılan toplantılarda İlter bey Türkiye’deki gelişmeler hakkında brifing verir, soruları cevaplandırırdı. Askeri yönetimlere haliyle olumsuz bakan Avrupalı Parlamenterler bazen gayet sert ve kaba eleştirilerde bulunur, o da sakin bir şekilde, tahrike gelmeden cevap verirdi. Ben de arkasında oturduğumda bunun ne kadar zor ve nankör bir iş olduğunu düşünürdüm. Ama sakin tavrı ve doğruları söylemesi saygı uyandırıyordu. Bunu yıllar sonra kendisi emekli, ben de İsveç’te büyükelçiyken, bakanlığı döneminde en büyük eleştirileri kendisine yönelten İsveçli siyasetçi Anita Gradin’in onu bir konuşma yapmaya İsveç’e davet ettiğinde şahsen gözlemlemiştim.
12 Eylül döneminde Avrupa Topluluğu ile ilişkilerin dondurulmuş olmasına karşın, İlter bey bu durumun geçici olduğunu ve Batı hedefinin kaçırılmaması gerektiği görüşünü içeride de dile getirirdi. Dönemin en karanlık anlarında bile bunu unutmaz, unutturmazdı. İktisadi Kalkınma Vakfının İstanbul’daki bir toplantısında bunu etkili bir şekilde yaptığını ve onu dinleyenlere bir umut ışığı verdiğini hiç unutmam.
Diğer büyük bir hizmeti bakanlık kurumunu askeri cenahtan gelen müdahalelere karşı korumaktı. Bunu da gayet usturuplu bir şekilde yapıyor, her isteğe set çekmiyor, kimisine uymak suretiyle daha önemli ve zararlı talepleri ters çevirebiliyordu. Müzakere ederken bunun önemli bir teknik olduğunu, esneklik göstermek gerektiğini, ehem ile mühimi birbirinden ayırmanın şart olduğunu da bu sayede öğrenmiştim.
Bakanlık görevi bittikten sonra Cenevre’deki BM Ofisine Daimî Temsilci oldu ve beni de maiyetine aldı. O suretle üçüncü ve son kez yanında çalışma imkân ve mutluluğuna sahip oldum. Üç yıllık hengameli bir bakanlık döneminden sonra Cenevre ona pek sakin geliyor, biraz sıkılıyordu. Nitekim çok geçmeden hükümet onu yeteneklerine daha fazla ihtiyaç olan New York’a yolladı. Cenevre’de kaldığım için amir-memur ilişkimiz orada sona erdi.
Ancak kişisel ilişkimiz sonuna kadar devam etti. Fırsat çıktıkça buluşur ve dertleşirdik. Yaş farkımıza rağmen ilişkimiz dostluğa dönüşmüştü. Emeklilik döneminde uzun süren medya hayatında ben de elimden geldiğince kendisine katkıda bulunuyordum. Doğru bilgi vermeyi çok önemsediği için bazen benden elindekileri kontrol ettirmemi isterdi.
Yazılarında ve televizyon programlarına iştiraklerinde her zaman gerekli bilgilerle teçhiz olmaya çok önem verirdi. Bir gün Avrupa Komisyonu Türkiye raporu yayınlanmıştı. Ben Ankara’da, o İstanbul’daydı. O tarihlerde internet pek yaygın değildi tabii. Telefon ederek akşam bir televizyon kanalına çıkacağı için raporu fakslamamı istemişti. İletişim imkanlarının pek parlak olmadığı o dönemde, bir hayli güçlükle 100 sayfadan fazla olan metni kendisine faksladık. Akşam programı seyrettiğimde raporu okuduğunu, önemli yönlerini tespit ettiğini hemen anladım. Karşısındaki çok meşhur, şöhretini kısmen Batı düşmanlığı üzerine kurmuş, ismini vermeyeceğim profesör ise raporu okumamış, ona rağmen programa katılmayı kabul etmişti. Kafadan atarak, uydurduğu iddialara İlter bey raporun ilgili bölümlerini okuyarak cevap veriyordu. Profesör bir ara kafasını uzatıp İlter beyin önünde duran raporu okumaya dahi çalışmıştı. Ertesi gün İlter beyle telefonda konuşurken adamcağızın düştüğü halleri gülerek anmıştık. Türkiye’de bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın ne boyutlara varabileceğinin bir örneğiydi. Ne yazık ki bugünlerde de bu tür örnekleri fazlasıyla görüyoruz.
İlter beyle acı ve tatlı hatıralarımla neredeyse bir kitap doldurabilirim. Acım gerçekten çok büyük. Tek tesellim ömrünü dolu dolu yaşamış olması, rahatsızlığında sanıldığı kadar fazla acı çekmemiş olmasıdır.
Başta ona büyük bir özveri ve sebatla iki yıl boyunca bakmış olan eşi sevgili Füsun olmak üzere tüm aile fertlerine içten taziyeler sunarım.