Beşiktaş'ta, insanmış(veya insancılmış) gibi…
Beşiktaş-Nişantaşı aralığında, kültürlü veya depresifmiş(ve hatta varoluşsal sancı içindeymiş) gibi…
Nişantaşı'nda, zenginmiş gibi…
Eminönü’nde, (fakir ama) gizemliymiş gibi…
Galata köprüsünde, yanındaki kişiye değer veriyormuş gibi,
Galata kulesinin önünde, (dünyaya) değer veriyormuş gibi,
Taksim'de, Araplardan feci şekilde rahatsız oluyormuş gibi…
Roller içine girebiliyorsun…
Beyazıt’ta dindarmış gibi yaptıktan sonra, Fatih'in hangi mahallesinde hangi tarikata yazılırsın; onlara hiç değinmiyorum (ve değinemem) bile… Şunu da ekleyeyim: Eğer güneşsen; bu şehirde, sanki ışık saçmıyormuş gibi bir hava, bir trip içine girebiliyorsun… Üstelik özellikle de yazın en sıcak ve en güneşli günlerinde…
Diyebilirsiniz ki; İstanbul'a iltimas geçiyorsun, ülkedeki tüm sahteliği, tüm tribi, tüm arızayı İstanbul'a konsantre ve fatura ediyorsun… Güneşin karşısında bile komplekse giriyorsun… Veya, ters bir köşeden de itiraz getirebilirsiniz: “Otobüs duraklarındaki, geçim sıkıntısı çeken normal insanların büzüşmüş yüzlerinden bahsetmeyi sevmediğin için, gizemli rol hikayeleri (hatta role playing hikayeleri) anlatıyorsun… Samimi insanları göremediğin için, rol yapanları görüyorsun.” diyebilirsiniz… “Halkın gerçek hikayeleri yerine, klasik orta-üst sınıf Türk annesinin yanındaki ejderhamsı güzelliği olan kızına bakıyorsun(ve bu güzelliği, Doğu Avrupa’daki ejderhamsı olmayan güzelliklerle kıyaslıyorsun)” diye de düşünebilirsiniz…
Ve bir şey daha: İstanbul, “akıllı telefonların(istisnai durumlar dışında) büyü amaçlı kullanılmadığı tek dünya metropolü” de olabilir… (Bununla tam olarak neyi kastettiğimi, başka bir yazımda anlatacağım… Konunun, Lada Lusina’nın “Kiev’in Cadıları” adlı romanıyla, elbette ilgisi yok.)
Evet, odaklandığım noktalar bağlamında, seçicilik içinde olabilirim…
Ruhunu giydiği gömleğin kötü rengiyle öldüren erkeklerden, ruhunu taktığı güneş gözlüğünün güzelliğiyle öldüren kızlar arasındaki hava boşluklarına kafamda hayali boğazlar çizip, bu yazıda esas İstanbul Boğazı’ndan bahsetmiyor oluşum da; benim kendi seçimim/seçiciliğim elbette. Ayrıca o tür konulara dair ciddi görünümlü değerlendirmelerimi twitter’da yapıyorum, o boğucu ciddiyeti buraya taşımak istemiyorum.
Bu yazıda sadece Avrupa yakasından, onun da yalnızca merkezinden örnekler verdiğimi belirteyim… Bir kere Başakşehir demedim, bir kere Beylikdüzü konulu espri kasmadım bu satırlarda… Maslak-Levent modern (?)itesine de ilişmedim… Oralara da girsem, kendi çapında (içsiz veya içliksiz) iç dünya ve kötü espri turuna dönebilir bu yazı… Zaten Başakşehir’deki samimiyetsizlik katsayısı, köklü semtlerdekine epey ağır basar… Nirvana tişörtü giyen gencin samimiyetsizliğiyle, “Kudüs Bizimdir” yazısının samimiyetsizliğini de karşılaştıracak değilim mesela… Bu yazının asıl maksadı, karşılaştırmalı edebiyat değil… “Kötü giyimli erkek kalabalıkları sayesinde, İstanbul’un Madrid’ten nasıl ayrıştığı”yla da şu an ilgilenmiyorum.
Ülkenin dağı taşı sahtelik fışkırıyor olsa bile, İstanbul'un bu sahtelik yarışında gerçekten müstesna ve ayrıcalıklı bir yeri yok mudur? Eğer diğer dünya metropollerinde "çakma sarışın ruhu" varsa, İstanbul'da, "çakma sarışını eleştiren çakma sarışın ruhu" mu var acaba?Belki de, şehir; (artık), çakma kızılın çakma sarışını yaktığı mekanın adıdır…“Stadtluft macht frei”(Şehir havası insanı özgür kılar) yerine, bu daha sağlıklı bir şehir tanımı değil mi sizce de?
Gerçi, bu kadar yazmanın/okumanın da anlamı yok … İstanbul’un ikinci hamur sevgilerinin ve birinci hamur kavgalarının, gizli ama gizemsiz ve efsunsuz güzellik(?)lerinin tadını çıkarma(ma)ya devam edelim… Hayat(?), sokaklarda olmaktan çok, sokakların bittiği yerlerde…