Elbette Charlie değilim. Yaşadığı toplumdaki dışlanmışların, insan yerine konmayanların değerlerine ve dinine saldıran bir hicivle işim yok. Öte yanda, açıkça kışkırtıcı ve tahkir edici de olsa, sadece fikir beyan eden insanlara yönelen bu sapkın terörü lanetliyorum. Öldürerek Tanrılığa soyunan, Tanrı adına karar veren bu nihilizmin Tanrı’ya başkaldırının aslında ta kendisi olduğunu düşünüyorum. Ölümü kutsayan, kurbanlarına karşı en ufak acıma hissetmeyen ve kendini bir araca dönüştüren bu nihilist terör, post-politik bir iklimin antitezidir. Bülent Diken’in ifadeleriyle, “Kutsalların en kutsalını, insan yaşamını kurban eden yeni terörizm, bir dava uğruna ölmenin hayal edilemez olduğu edilgin nihilist tüketim toplumuna kesin bir meydan okumadır”. Aslında problem belki de Batı insanının artık bir davaya inanmaması, bir inanca bel bağlayamaması ve giderek uğruna mücadele edeceği bir davanın da kalmamasıdır. Tanrı’nın hayattan kovulduğu, hazzın kutsandığı, insanın bir tüketiciye indirgendiği bu boşluk toplumunda ölüm adeta inkar edilir. Bu pasif nihilizme karşı radikal nihilizmin estirdiği yeni terör dalgası, ölümü pey olarak kumar masasına sürüyor ve bir anlamda bastırılmış ve yasaklanmış olanın geri dönüşünü simgeliyor. Bir nefret teolojisi etrafında örgütlenen bu nihilizm her an yok etmeye ve yıkmaya hazırdır. Bu tarz bir düşüncenin izlerini Bush veya Ladin’de birbirinin karbon kopyası olarak bulabilirsiniz: Ya bizimlesinizdir, saflık ve arılığı temsil ediyorsunuzdur, ya da onlarla, yani kötülük ve kirliliğin yanındasınızdır. Zizek’in sözüyle, özcü terörist, “inanmaz, doğrudan bilir”. O, kendini gördüğü biçimiyle, Tanrı’nın iradesidir ve onun eylemi, aşkın olanla kendi bireysel ölümlü varlığı arasındaki mesafeyi kapatan Tanrısal bir eylemdir. Böylece inanç kesin bilgiye, kutsal olan dünyevi olana dönüşür ve hınç, yıkıp yok ederek, dünyayı eski saflığına döndürmeyi hedefler.“Hiyerarşi ve baskının temel başarısı, insan yerine konmayanları, bunun doğal olduğuna inandırmalarıdır” demişti Chomsky. Üç Fransız vatandaşının yol açtığı bu menfur saldırı için bütün Müslümanlardan kendilerini ve kendi dinlerini temize çıkaran açıklamalar beklenmesi, “söyleme mecburiyeti”ne dair gizli bir faşizmin de yürürlükte olduğunu bize gösteriyor. İnsan hayatının kutsallığı gibi evrensel önemde değerler, bütün kadim öğretilerin özünü oluşturur ve asla Batının tekelinde değildir. Salman Sayyid’in ifadesiyle, “Batının yaptığı en büyük hile, neyin iyi neyin kötü olduğunu ancak kendilerinin bildiği konusunda dünyayı ikna etmeleridir”. Batılı anlamıyla bütün mukaddeslerle savaşabilen bir ifade özgürlüğü Paris veya Londra’da o değerleri içselleştirmiş birisi için şayan-ı takdir olabilir, ancak Karaçi’de bir dokumacının kişiliğinin özünü de, mukaddesle kurduğu derin ve hürmetkar bağ oluşturabilir. “Batı en iyisini bilir” tarzı ilerlemeci bir Avrupa merkezciliğin dayatılması sadece sömürgecilik fantezisinden ibarettir ve muhatabının kişisel dünyasını geçersizleştirmektedir. Sömürgecilik, Edward Said’in betimlemesiyle söylersek, halkların kendini ifade etme kudretinin ellerinden alınmasıdır. Onların kendilerini, bildikleri biçim ve dilde hikaye edebilmelerinin önüne geçilmesi ve onun yerine bir ezber dayatılmasıdır. Antropoloji biliminin kurula geldiği yıllarda ırkçı ve sömürgeci amaçlara hizmet ettiği, “beyinsiz Afrikalı”ya dair hangi fantezileri ürettiği bilim tarihinin karanlık sayfalarında duruyor.”Biz sizin için daha iyisini düşünürüz” diyen bir kültürel duyarsızlık ve hatta nobranlık, atalarının yaşadığı kolonyal tecrübeyle özgüvenleri iyiden iyiye aşındırılmış genç göçmenlerde öfkeyi yoğunlaştırıyor. Bu gençler polis şiddetinin nesnesi olmakla terörist şiddetin öznesi olmak arasında bir sarkaçta gidip geliyor. Yok edici nefret aslında kendi yurtsuzluklarına, atalarının dün ve onların çocuğu olmakla kendilerinin bugün yaşadığı aşağılanmaya duydukları öfkenin yer değiştirmiş hali gibi. Öldürerek ve ölerek, ölümü yücelterek anlamsız hayatlarına bir anlam bulmak ister gibiler. Paris gettolarında hiç kimse olarak yaşayan biri, çok kısa bir an için, “soylu savaşçı” kıldığını sanıyor kendini, sadece yok etmekle güç topluyor, başka hayatlara duyduğu öfkeyle belki yaşanmamış hayatının intikamını alıyor. Din burada en son sözünü edeceğimiz şeydir, yaşanan bu süreç ortaçağ hayaletlerinin bugünün duvarından içeri sızarak bize bir tahammülsüzlüğü getirmesi değil, tam aksine modern bir süreçtir. Varlığını kolonyal tecrübenin izlerine ve kitle iletişim araçlarına borçludur.“İdeolojik açıdan Avrupa (ve onu oluşturan ulus-devletler), Müslüman göçmenleri tatmin edici bir şekilde temsil edilemeyecek şekilde inşa edilmiştir” der Talal Asad. Bu durum Müslümanların “mutlakçı imanı”ndan çok Avrupa’nın kültür, medeniyet, seküler devlet, çoğunluk ve azınlık mefhumlarından ne anladığıyla ilişkilidir. Asıl soru, Avrupa’nın kendisini gerçek Avrupalı olarak görenler tarafından nasıl tasavvur edildiğidir. Avrupa kimliği dışlamalarla ve kişinin kendisi için seçtiği adda nelerin içerildiğini, dışlananların tanımaları arzusuyla ilişkilidir. O yüzden, “Avrupalı kimliği söylemi Avrupalı olmayanlar hakkında duyulan endişelerin bir semptomudur”. Avrupa’nın derin bilinçaltında, “barbar, öteki” olarak yaşayan Müslüman, asla onun bir parçası olamaz ancak birlikte yaşanabilecek ötekidir. Biz ve onlar bir arada yaşayabiliriz, ancak biz biziz, onlar da onlar. Bu zihniyete göre, insanların kendi tarih ve geleneklerinden ayrılabilecekleri inancı İslam dünyasının Avrupalılaşmasını teşvik edebilir. Dolayısıyla Müslüman göçmenlerin “yüksek Avrupalı değerler”i kabul etmeleri, Avrupa uygarlığına asimile olmaları beklenir. Bu üstten bakış, dünya meselelerinde riyakar tutum alışlarla birleştiğinde Mağrip’li gençleri ruhen örseliyor. Avrupa tasavvurunun korku ve endişelerden arındırılmasını beklemek çok mu safça bir dilek olur? Göçmenlere karşı daha fazla bir kültürel duyarlılık beklemek Avrupa’dan, ahmakça bir beklenti mi sayılmalı? Teröristlerin Müslüman kimliklerinin yanısıra Fransız pasaportu taşıdıklarını unutuyoruz. “Fransız Jakoben anlatısının varlığı, çağdaş Fransız göç siyasetinde ideolojik merkezi aşırı sağın işgal etmesine izin vermektedir” diyor Asad. Sekülerizmin erdemleri, kutsalın beyhudeliği, özgürlükçü bir hayat vb. konularda her gün sayısız slogan ve propagandaya maruz bırakılarak kendi olmaktan utanması istenen Müslüman, değişmediği ve ona benzemediği sürece, Avrupalının zihninde barbar olarak yer almaya devam edecektir. Hor görülen öteki, nefret teolojisine zıplamak için, işte bu tahkir eden bakışı tramplen tahtası olarak kullanmaktadır.Mahmood Mamdani’nin İyi Müslüman, Kötü Müslüman başlıklı bir kitabı var, Türkiye’de 2004 yılında yayınlanmış. Dilimizde kıymeti bilinmemiş kitaplardan biri. Mamdani bu çalışmasında sömürgeci projenin dolayımlı bir biçimde devam ettiğini ve sömürge karşıtı direnişin modernliğe kültürel bir direnç olarak karşılandığını yazıyor. “Eğer iyi Müslüman, kötü Müslüman diye bir şeyin varlığını kabul edeceksek” diyor, “İyi Batılı, kötü Batılı diye bir ayrımı da yapalım. Ama mesele burada bitmez: Kültürü sadece coğrafya üzerinden okumakla haksızlık yapıyoruz. İslam küresel bir din ama onu sadece Ortadoğu üzerinden okumaya çalışıyoruz”. Terörizm modernlik öncesi bir kültürün modern kültüre sirayet etmesi değil, zaten modern bir inşa. Ama bugün bizden iyi Müslümanlar ile kötü Müslümanlar arasında ayırım yapmamız isteniyor. Ilımlı ve “gerçek” İslam ile aşırılıkçı politik İslam arasına bir çizgi çizmemiz bekleniyor. Mamdani kitabında şimdinin “kötü Müslüman”larının, Afgan savaşında, CIA marifetiyle nasıl üretildiğini tartışıyor. Çağdaş özcülüğün (fundamentalizm) geleneksel kültürel bir kalıntı değil modern bir proje olduğunu söylüyor. “Afyon, medreseler ve cihad, hepsi yeniden biçimlendirilerek kötülük imparatorluğuna karşı ABD seferberliğinin emrine verildi” diyor. Sovyetler çekildikten sonra birbirine düşen Mücahit grupları kendi şehirlerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamışlardı, tam da iktidarı ele geçireceklerken insanların kalplerini kaybetmişlerdi. Bugün Ortadoğu’yu yangın yerine çeviren terörde, hedeflere sarmalanmış görünen bir nihilist öz var. Aslında gerçek hedef sadece yok etmek ve yıkmak. Ortadoğu’ya Batı’nın eli değmeseydi bölge bu kadar istikrarsızlaşacak mıydı? Bugün dünyaya yayılan selefi kılıflı radikal nihilizm hangi laboratuvarlarda imal edildi? “Batılı beyaz efendi” buralara demokrasi getirip de karşılığında ucuz petrol almaya niyetlenmeseydi her gün yüzlerce “yası tutulmayan hayat” kaybedilecek miydi?Terörizm sadece askerî önlemlerle yenilemez. Çatışma askerî alandan politik alana kaydırılmadan ve politik terörün kaynakları kurutulmadan terör bertaraf edilemez. Bu coğrafyanın insanları olarak, Batılı efendiler tarafından kurtarılmaya ve aklanmaya ihtiyacımız yok. Gölge etmesinler, başka ihsan istemez. Asırlık Kürt meselemizi kendi başımıza çözmeye yaklaştığımız gibi, kendi ihtilaflarımızı da kendi aramızda çözebiliriz. Kim olduğumuzdan ve bizi biz yapan değerlerimizden utanmıyoruz. O yüzden Charlie değiliz, o yüzden kimseden özür dilemiyoruz. Ve yine o yüzden insan hayatının kutsiyetini savunuyor ve terörü lanetliyoruz.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik