Önce bugünün küçük hikâyesi (*).
Pencerelerindeki tabelaları beni içine çekti. Bir dolara iki yumurta, kızarmış ekmek ve patates alabilirdim. Mekan, çoğu aile işletmesine göre daha iyi ve temiz göründü. Tabelaları el yazısı harflerle yazılmıştı ve muntazamdı. Kağıdı biraz sararmıştı ama siyah harfler koyuluğunu korumuştu. Yeşil-beyaz bir tenteye şablonlu bir desenle “Clara’s” adı işlenmişti.
Mekanın içi albenili ve eski bir görünüme sahipti. Yağ değil, taze ve ev gibi kokuyordu. Menü bir tebeşir tahtasına basılmıştı. Az ve özdü. Seçebileceğiniz, kızartılmış ekmek çeşitleri listelenmişti. Listenin ortasındaki bir kayıt silinmişti. Çıkarım yaparak çavdar olduğunu düşündüm. Çavdar ekmeği istemiyordum zaten.
Tek başıma olduğum için, boş masaları gelebilecek diğer müşterilere bırakıp tezgaha oturdum. O vakitte, işler sakindi. Sadece iki masa doluydu ve tezgahta yalnız ben. Ama saat daha erkendi, henüz yedi otuz bile değildi.
Tezgahın arkasında koyu siyah saçlı, bıyıklı ve gençlere özgü bir sakalı (hani şu kirli sakalı asla fazla uzamayan cinsten) olan kısa boylu bir adam vardı. Tertemiz giyinmişti, tamamen şef beyazı içindeydi; pantolonu, gömleği ve önlüğü, ama başlığı yoktu. Kaba bir şivesi vardı. “Javier” ismi gömleğine işlenmişti.
Kahve siparişi verip bir dolarlık kahvaltı spesiyalleri ile peynirli omlet arasında seçim yapmak için bir dakikalık müsaade istedim. Omlette karar kıldım.
Kahve sıcak, sert ve tazeydi. Javier öğünümü hazırlamak için ocağa gittiğinde gazetemi tezgaha serip kahvemi yudumladım.
Yetkililer geldiğinde yumurtalar döküm tavaya yayılmış, ekmek tost makinesinin içindeki karanlığa gömülmüştü. Javier’i aceleyle yakalayıp hiçbir söz söylemeden ellerini arkasına doğru zorladılar. Ondan da bir ses çıkmadı. Direnmedi ve onu kapıya, sonra bekleyen araca iteklediler.
Izgaradaki yumurtalarım kabarcıklandı. Gözlerim başka bir personel aradı, belki birileri arka tarafta bir yerlerde, ya da bulaşık odasındadır. Tezgaha doğru eğilip seslendim. Hiç kimse yanıt vermedi. Arka tarafımdaki masalara doğru baktım. Birinde iki ihtiyar adam, diğerinde iki ihtiyar kadın oturuyordu. İki kadın sohbet ediyordu. Adamlar gazete okuyordu. Javier’in gittiğini fark etmemiş gibiydiler.
Kokudan yumurtaların yanmaya başladığını hissettim. Bu konuda ne yapmam gerektiği konusunda tam emin değildim. Javier’i düşünüp yumurtalarıma baktım. Biraz tereddüt ettikten sonra, kırmızı döner taburemden kalkıp tezgahın arka tarafına geçtim. Boştaki bir önlüğü kapıp ıspatulalardan birini aldım ve yumurtalarımı çevirdim. Kızarmış ekmeğim fırladı, ama yeterince kızarmış değildi, dolayısıyla tekrar aşağı ittim. Ben kahvaltımı hazırlayadurayım, iki ihtiyar kadın tezgaha gelip hesaplarını ödemek istedi. Ne aldıklarını sordum. Hatırlamıyor olmam karşısında şaşırmış gibiydiler. Tebeşir tahtasından ücretleri kontrol edip hesabı yaptım. Büyük cüzdanlarını karıştırarak ödemeyi aheste aheste yaptılar ve bir dolarlık bahşiş bırakarak mekandan ayrıldılar. Yumurtalarımı ızgaradan alıp temiz bir tabağa koydum. Kızartılmış ekmeğim de olmuştu. Tereyağını sürüp yumurtalarımın yanına yerleştirdim. Tabağımı gazetenin yanına, tezgahtaki noktama bıraktım.
Tam tezgahın arka tarafından tabureme geçecekken, kapıdan altı yeni müşteri girdi. “Masaları birleştirebilir miyiz? diye sordular. “Hepimiz beraberiz.” Evet, dedim. İkisi kafeinsiz, toplam altı kahve siparişi verdiler.
Burada çalışmadığımı onlara söylemeyi düşündüm. Ama belki de açtılar. Kahvelerini koydum. Siparişleri basitti: hepsi omletli, altı adet spesiyal menü ve kızartılmış buğday ekmeği. Ocakta meşguldüm.
İhtiyar adamlar ödeme için geldi. Daha fazla müşteri gelmeye başladı. Sekiz buçuk olduğunda işim başımdan aşkındı. Böyle bir işte Javier’in neden bir garson tutmadığını anlayamıyordum. Belki yarın gazeteye yardımcı aranıyor ilanı verirdim. Hiç restoran işinde çalışmamıştım daha önce. Bu mekanı tek başıma çekip çevirmemin imkanı yoktu.
* * *
Önce anlatan kişinin de Javier olduğunu düşündüm. Sanki Javier de başka birisinin tehciri ile oraya gelmiş. Yumurtaların tavaya atılması ile kabarması arasındaki zamanı, Javier’in bu mekana gelişini anımsaması için kullanmıştık.
Bu düşünce beni Javier’in de başka bir karakterin yerine (mesela Loach filmlerinden çıkabilecek bir Rosa) servis yapma, mekanı işletme işini üzerine almış olabileceği fikrine sürükledi. Bu durumda tehcir kavramını genişletmeye başladım. Alıkoyma, görevden alma, uzaklaştırma…
Belki de bütün bir ahali, o bölgedeki, memleketteki topluluk, ortak bir yaşam keşfetmişti. Rosa’nin yerine Javier, Javier’in yerine hikayenin anlatıcısı gelirken; bir minibüs şoförü duraklardan birinden alındığında, müşterilerin içinden 20 yıllık bir veznedar minibüsü kullanmaya başlıyordu. Çok uzak olmayan başka bir semtte, çok uzak olmayan bir vakitte, bir öğretmen ikinci teneffüsten sonra okulundan uzaklaştırıldığında, çocuğunun unuttuğu beslenme sepetini okula getiren, hemen üst mahalledeki çicekçilik yapan veli, öğretmenliği üstleniyordu.
Alıkoymalara, uzaklaştırmalara, görevden alınmalara, tehcirlere, sürülmelere verdikleri yanıt buydu. İstemsizce, yavaş yavaş keşfedilmişti; ama artık otomatik hale gelmişti. Hiç kimse bu müşterek girişimin nasıl ortaya çıktığını bilmediği için, birbirlerinden bağımsız sürdürdüklerini düşündüren bir harekete evrilmişti.
Hiç kimse bir sonraki aşamanın alıkoymalara, görevden almalara, uzaklaştırmalara hep birlikte karşı koymaya dönüşeceğini düşünemedi. İşte Javier şef beyazı kıyafetiyle kabaran yumurtaları tavadan aldı, alacak…
Peki, ama “nasıl hem duyarlı, hem tepkisiz kalınabiliyor?” Bir önceki paragrafın ilk cümlesi: “Hiç kimse bir sonraki aşamanın alıkoymalara, görevden almalara, uzaklaştırmalara hep birlikte karşı koymaya dönüşeceğini düşünemedi.” Bu cümle, bireylerin birbirlerinin yerini doldurmalarının da evrilerek, herkesin bu kooperatif davranışın farkına varacağını ve böylece bu davranımın hep birlikte kollektif bir tepkiye, karşı koymaya dönüşeceğini ima ediyordu. Javier artık “geri dönmüş” bir anlatıcıydı.
Bununla beraber, birbirinin yerini doldurmak “nasıl” bir duyarlılıktı ki, eşik (threshold) sayıyı bulan bir “duyarlı” katılımcı çoğunluktan sonra, bir tepkiye dönüşebilsin? Ne kadar fazla sayıda yerel yerde, ne kadar fazla sayıda insan birbirinin yerini doldurmalıydı ki, bu “tepki” anlayışı ortaya çıksın (emergence)? Kurgulamaya çalıştığım hem nitel bir duyarlılık tanımı yapabilmek, hem de kollektif bir tepkinin ortaya çıkabilmesi için nicel bir tanıma ihtiyaç duyup duymadığımızdı. Gayet naif olarak kısa kesmiş ve bu yerine geçmelerin er veya geç bir tepkiye dönüşebileceğini ümit eden cümle kurmuştum. Düşündükçe, umutlu halimden uzaklaşmaya başladım.
Göçlerin arttığı, “güvenlik” nedeniyle kendi renginden, dilinden olmayan insanlarla gündelik hayatta karşılaşmaktan çekinen; adaların/blokların binalara, binaların odalara, odaların küçük kutulara bölünmesiyle birlikte çalışma şansını yitiren; birbirlerinden haberdar olmayı ancak sanal ortamlarda devam ettiren insanların elinde, “hayatın devamının” esas olduğundan başka ne kaldı?
Alıkonan, tehcir edilen, uzaklaştırılan insanların yerine diğerleri yerleşiyor; bazen bilerek, isteyerek, bazen farkında olmadan. Gözlerinin önünde kaybolan insanlara, karşı gelemedikleri bir doğa kanunu yerine gelmiş gibi, ölmüş muamelesi yapıyorlar.
Bu yerine geçiş, öyle bir hal almış durumda ki, kişiselliği neredeyse yitirmiş, tüm makinelerin bağlı bulunduğu makine ağının devamı için gerekli görülen, yalancı “zayıf diğergâm” (weak altruistic) bir düzeye ulaşmış. “Varım, çünkü tüm makine ağının devamından sorumluyum; ağ çökerse yok olurum” mottosu, topluluğun ana meme’i olmuş. Bu sözünü etmeye çalıştığım niteliksel “duyarlı” olma hali. Şöyle ki, “Yanımdaki, çevremdeki parça çok rahatlıkla başka bir parça ile yer değiştirebilir. Ağ devam ettiği sürece niçin tepki vereyim ki?”
Makine parçalarının daha uzun çalışabilmesi için bir yandan türlü “hastalıklara” çare arayıp, ayarlarının bozulmaması için, diğer taraftan varlıklarını daha konforlu yapmaya çalışan bir döngüden bahsediyoruz. Artık çalışırken daha az ses çıkarıyorlar (daha az yakınıyorlar); kendisine en uzak parçadan bile ne güzel dönüp durduğuna ve sessiz çalıştığına dair haber alınabiliyor. Yeni parçaları kendiliğinden üretmeye vakit kalmadıkça, ama eskilerin verimi artıp, hayatları uzadıkça ve ağın bağlantıları herkesi, herkesle ikame edebilecek hale getirdikçe, daha az parça ile daha çok “iş yapılıp” büyüme eğrileri göz boyuyor; bütün parçalar birbirinin hem sırtını sıvazlıyor, hem de rahatlıkla yerini alabiliyor.
Ve Covid-19 geldi.
(*) Yazan Larry Fondation; çeviren Güzin Ayan.