‘Suçlayacak tek kişi var, o da bir başkası’. Bir başarısızlığın ardından, sorumluluğu üstlenmemenin en kolay yolu kendi dışımızdaki bir kişi, grup veya sebebi suçlamaktır. Seni eylemlerinden dolayı suçladığımda kendimi her şeyi bilen ve her konuda haklı bir konuma yerleştirir ve seni kendi yargımın bir öznesi olan kusurlu bir varlık olarak tanımlarım. Ben övgüye değer ve güçlü bir varlığım, ancak sen, acınası ve düzetilmesi gereken bir zavallısın. Bu suçlama oyunu, gruplar arasında oynanmaya başladığında her grup kendisini masum karşı tarafı suçlu ilan eder. Karşıtlıklar yoğunlaşır ve üretken/doğurgan bir sohbete giden yol tıkanır. Ötekinden korkmak kolay iş, bir öcü yaratır ve safları sıklaştırırız. Uygarlığın Huzursuzluğu’nda şöyle demişti Freud: ‘Saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalacak başka bir topluluk olduğu sürece, çok sayıda insanı birbirine sevgi bağı ile bağlamak mümkündür’. Asıl mesele, kendimden olmayanı kayırmak, öteki için korkabilmek.
Vatanımızı sevmenin onlarca yolu var. Farklılık, tehdit değil tekliftir. Birbirimizin bakış açısı, hikayeleri ve sesleriyle zenginleşme teklifi. Bu teklifi kabul ettiğimizde karşılıklı suçlamanın yerini, karşılıklı sorumluluk alabilir. Suçlama sorumluluğu üzerimizden atmaya yarar, sorumluluksa yanlış giden bir ilişkide kendi payımızı görebilmeyi. Evlilik terapilerinde kullanılan bir yöntem var, silahsızlandırma deniyor buna. Eşler yoğun bir karşılıklı suçlama girdabına kapıldıklarında, birisi durup da ‘Haklısın, bunu daha önce hiç böyle düşünememiştim. Şimdi senin bakış açından görmeye çalışayım’ diyebilirse, yükselen sözel şiddet duruveriyor. Karşılıklı sorumluluk, bizi birbirimizin dünya vizyonlarını dinlemeye çağırıyor.
Elbette burada çıkış noktası, muhatabımın kendisi gibi olma ve kalma hakkını teslim edebilmemdir. Onu kendime benzetmeye çalışmadan, benden ayrı ve farklı olarak var olma hakkını peşinen kabullenebilirsem bir sohbet başlatabiliriz. Eğer onun sesini kısmak, onu sindirmek veya onun varlık alanını daraltmak gibi umdelerle konuşmayı başlatırsam, ancak bir monolog arzuluyorum demektir. Derdim onunla ilişki kurmak, ondan bir şey öğrenmek veya onu dinlemek değildir o zaman. O konuşurken ben onu dinlemiyor, sadece ona ne söyleyeceğimi tasarlıyorumdur. Böylece onu tanımamış veya yanlış tanımış olurum. Muhatabımızı tanımamak veya yanlış tanımak, Charles Taylor’un deyişiyle, onu ‘sahte, çarpıtılmış ve indirgenmiş bir varoluş tarzına hapsederek baskıya dönüşebilir’. Böylece egemen sınıflar madunlara kendi benliklerinin karanlık taraflarını yansıtır ve onların kendilerini değersiz hissetmelerini sağlar. Ezilmişlik hissi de işte bu değersizlik duygusuyla sağlanır. Güney Afrikalı insan hakları aktivisti Steven Biko'nun söylediği gibi: ‘Zalimin elindeki en etkili silah, mazlumların zihniyetidir.’
İyi konuşma, tahayyül anları ile dünyaya ve gerçekliğe ilişkin henüz gerçekleşmemiş hayallerimizi birbirimize anlatma imkanı verir. Aramızda bir hayal sıçraması gerçekleşir. Tahayyül anlarıyla birlikte umulur ki kavgayı bırakır ve işbirliğine geçeriz. Ortak bir gaye etrafında birleşir ve böyle yapmakla da birbirimizi biz olarak tanımlamış oluruz. Belirleyeceğimiz ortak bir hedef doğrultusunda ortak bir anlam ve geleceği birlikte inşa etmeye gayret ederiz. Birlikte eylemek tanış olmayı getirir ve nefreti azaltır. Nefret ve çatışma ortamlarında, ölüm ve savaş korkusu değildir borusunu öttüren, tam aksine barıştan korkarız. Oysa politik dostluk kazanır ve ufukların kaynaşması zuhur ederse, ötekinden korkunun yerini öteki için korku alır. Neşet Ertaş ustanın söylediği gibi: ‘Dost elinden gel olmazsa varılmaz / Rızasız bahçenin gülü derilmez / Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez/ Gönülden gönüle gider yol gizli gizli’.
Uzlaşma alanında çalışan kişiler, toplumsal desteği olmayan bir barışın önünde sonunda çökeceğini söyler. Adalet tahkim edilir ve eşitler arasında bir konuşma imkanı yaratılabilirse, çatışmanın tarafları güvensizlik, korku ve intikam duygularını bir kenara koyabilir. ‘Gerçek bir topluluk’ der Martin Buber, ‘sürekli birlikte olan insanlara ihtiyaç duymaz, birbirinin yoldaşı olan, karşılıklı olarak birbirine ulaşabilen ve birbiri için hazır olan insanlara ihtiyaç duyar’. İyi bir sohbetin amacı muhatabımı anlamak ve ondan öğrenmektir, onu değiştirmek değil. Karşılıklı kabul sayesinde kendimizi ötekine dayatmaz, onun üzerinde bir denetim kurmak istemeyiz. Anlaşamasak da birbirimizi dinler ve kabulleniriz. Bu sohbette benim ihtiyaçlarım karşılanmayabilir de, buna razıyım. Payın büyüğünü muhatabımın almasına içerlemiyorum, günü gelir, o da bana payın büyüğünü ayırır. Nezaket, farklılığa hoşgörü ve çeşitliliği baştan kabullenerek yola çıkıyorum. Aramızda sulh olsun diye kendi görüşlerimden vazgeçecek değilim, onun beni ikna etmek için konuşmasına izin veriyor da olsam, ikna olmak zorunda değilim. Ama ya o beni ikna edebiliyorsa? O zaman görüşlerime yeni bir zaviyeden bakmaya hazırım. Ötekini anlamak, ‘kendi inançsızlığımızdan şüphe duymayı’ gerektirir. Göz ardı etmediğimiz her farklılık, bir armağan olarak kutlanmaya değer.
Niçin yazıyorum bunları? Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda en önemli meselelerinden birisinin, bir konuşma ahlakını tahkim etmek olduğunu düşündüğüm için. Kendi köşesinde biricik, nice nazenin insanın klavye başına oturduğunda kendisinden saymadığına yönelttiği öfke ve şiddeti tuhaf bulduğum için. Oturup saatlerce çevre sorunlarından, şehirlerin ruhundan, demokrasinin meselelerinden konuşabileceğiniz birisinin söz gündelik siyasete geldiğinde aşk-nefret sarmalına sıkışıp kalmasını garipsediğim için. Siyasi aktörler mütevazı davranmayı yeğlerken, sosyal medyada zafer naraları atıp öteki saydığına korku vermeyi ayıpladığım için. Ben kişisel olarak kendimden farklı bulduğum herkesle konuşmaya, onların bu ülkeyle ilgili dert ve tasalarını anlamaya çalışıyorum. Vatanımızı sevmenin onlarca yolu var, evet. Konuşmak kendimizin ve ötekinin kör noktalarını keşfedebilmemizi sağlar. Karşımızdaki insanın korku ve ihtiyaçlarını anlayabilmemizi, kendimizi onun üzerinden okuyabilmemizi sağlar. Seksenli yıllardan itibaren Türkiye’nin farklı ideolojik kutuplarından insanlar, açık oturumlarda, panellerde bir araya geliyor ve birbirlerinin gırtlaklarına basmadan konuşabiliyorlardı. Bu toplumumuz için büyük bir zenginlikti. Bu zenginliği hayata yeniden katmamız gerek. ‘Şükür ki insandan insana fark var’ diyor şair, şükür ki birbirimizden öğrenebileceğimiz şeyler var. İyi ki üzerine titrediğimiz bir vatanımız ve kalpten kalbe giden bir yol var.