Parlamentodan geçse de geçmese de, referandumda kabul edilse de edilmese de, önümüzdeki dönemin en ciddi anlaşmazlık konularından biri olan “Başkanlık Sistemi” tartışması artık bütün boyutlarıyla önümüze geldi.
15 Temmuz FETÖ darbe girişimi sonrasında nedense toplumun önemli bir kesiminde, özellikle demokrat/sol/sosyalist muhalefet çevrelerinde “Başkanlık tartışması”nın artık gündeme gelmeyeceği gibi bir düşünce doğmuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve AK Parti’nin yaşanan sert siyasal gelişmeler nedeniyle bu konuyu gündeme getirmeyi bir süre için düşünemeyeceği hesap ediliyordu.
Bu beklenti ters köşeden bozuldu. Devlet Bahçeli, 10 Ekim 2016 günü “bir muhalefet partisi” olarak MHP’nin TBMM grup toplantısında yaptığı konuşmayla, fiili duruma son vermek ve halkın iradesinin tecelli etmesini sağlamak gerekçesiyle, AK Parti’den varsa bir önerileri Meclise getirmelerini istedi.
MHP: “Başkanlığa karşıydık” ama “böylesi de olabilir”
Devlet Bahçeli’nin bu tavrıyla kendisi ve zaten sıkıntılı olan partisi için sonu belirsizliklerle dolu bir riskli süreç başlattığı aşikâr olmakla beraber, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti için inanılmaz bir siyasal fırsat yarattığı da ortadaydı. Herkes “Başkanlık projesi”ni unutmaya hazırlanırken, Bahçeli siyasal jest sınırlarını aşan hamlesiyle Türkiye’yi, AK Parti’yi, MHP’yi ve kendini yeni bir mecraya sokmayı göze almıştı.
İlk günlerde Bahçeli ve MHP yetkililerinin ağzından dökülen sözlerde, öteden beri başkanlık sistemine karşı olmuş olmalarından ötürü, üyelerini ve tabanlarını yatıştırma dili hakimdi. Yüksek perdeden “Biz başkanlığa karşıyız ama bu fiili durumun da sonlandırılmasını istiyoruz. O nedenle, AK Parti neyse önerisi getirsin görüşelim ve meseleyi noktalayalım” diyerek, bir savunma hattı kurmaya çalışıyorlardı. Kimi parti yöneticileri de kendilerini bu dile bayağı kaptırmıştı.
MHP’nin AK Parti’yi tongaya düşüreceği ve aslında bir tuzak kurulduğunu ileri sürenler de vardı. Tuğrul Türkeş’in Hürriyet gazetesinde yayınlanan röportajını böyle yorumlayanlar çoktu. Ama gelişmeler farklı bir seyir izledi. İki partinin uzmanları sıkı bir ortak çalışma yaptı. MHP “kırmızı çizgimiz” dediği noktalarda neredeyse bütün istediğini aldı. Sürecin her aşaması iki partinin genel başkanlarının yakın gözetiminde geçildi ve ortaya 21 maddelik, ortak yapım bir teklif çıktı.
Elimizde olan, MHP ile AK Parti’nin kafa kafaya verip iki ay boyunca ortak komisyonda görüştükleri, tartıştıkları ve üzerinde anlaştıkları, yani iki partinin birlikte hazırladığı “Cumhurbaşkanlığı görünümlü başkanlık sistemi” teklifidir. MHP fiili duruma son verilmesi iddiasıyla yola çıkmış; AK Parti bu talebi görmüş ve önerisini one göre şekillendirmiş; bunun üzerine MHP de fikrini değiştirip bu işi onlarla birlikte kotarma kararı vermiş. Durum böyle özetlenebilir.
Teklifin iki parti arasında kotarılması bir defodur
İki aylık çalışma sonunda değişiklik teklifi 10 Aralık 2016 günü TBMM başkanlığına verildi ve çok geçmeden komisyonda görüşmelere başlandı. Türkiye’nin dikkati bombalamalar, suikastler, Irak ve Suriye’deki savaş, yüzlerce kayıp ve yaralı gibi can yakıcı konularla darmadağın olmuşken, getireceği sistemik değişikliklerle geleceğimizi epey etkileyecek bu konuları hak ettiği özenle, demokratik ve katılımcı bir üslupla tartışabilmek mümkün olabilecek mi, göreceğiz.
Konunun iki partinin kapalı devre çalışmasıyla kotarılmış olması iyi olmadı. Sorulduğunda, her iki parti de böyle davranmak zorunda kaldıklarını ileri sürecektir. Ama önemli bir toplum kesimi, içeriği bir yana, konunun bu tarz ele alınışı nedeniyle daha baştan karşı pozisyon aldı. Genel olarak böylesi anayasal değişim ve dönüşümlerin toplumsal mutabakatla gerçekleşmesi beklenir.
Adı ne olursa olsun, sonuç itibariyle geçtiğimiz onlarca yıl içinde kazanılmış ciddi bir alışkanlık ve siyasal kültür modelini değiştirecek gelişmelerde uzlaşma aramak, demokratik bakımdan gereklidir. Bu noktalar dikkate alındığında, bu anayasa değişikliği konusunda sorunlu bir süreç yaşayacağımız öngörülebilir. Bari bundan sonrasının daha demokratik, katılımcı ve özgür bir iklimde gerçekleşmesi için tedbirler alınsa, derim.
Cumhurbaşkanlığı görünümlü başkanlık sistemi
Teklife göre, cumhurbaşkanı olarak ifade edilen başkan, seçildiğinde partisiyle ilişkisini kesmeyecek. Partisinin genel başkanı da olabilecek. Bunun, cumhurbaşkanı ile partisinin genel başkanının farklı kişi olması ve farklı politik duruşlarının bulunması halinde doğacak krizi önleyeceği ileri sürülüyor. Uyum ikisinin aynı kişi olmasında bulunmuş. Ama öte yandan, memleketteki partilerden birinin başkanının, bu konumunu terketmeden aynı zamanda pekâlâ cumhurun da başkanı olabileceği ve bu durumun hiçbir uyumsuzluk problemi yaratmayacağı varsayılıyor.
Malûm, memleketimizde siyasal rejimimiz ve devlet yapılanmamız son derece merkeziyetçi bir karaktere sahip. Siyasi partilerimiz de öyle. Seçim yasası ve siyasi partiler yasası bunu iyice pekiştiriyor. Genel başkanlar partilerde tek seçici gibi. Milletvekili adayı olacaklar en son onların önünden geçiyor. Partinin belde örgütlerinden MYK’sına; en küçük birimin belediye başkanı ve meclis üyelerinden büyük şehirlerin başkanları ve meclis üyelerine kadar, son söz hep genel başkanlarda.
İşte böyle bir konuma sahip bir genel başkan, aynı dönemde yapılacak seçimlerle bir yandan partisinin en yüksek oyu alarak mecliste çoğunluğu elde etmesine çalışacak, diğer yandan da cumhurun başkanı olmak üzere yarışa girecek. İki kampanyayı iki ayrı şapka altında yürütecek. Kıran kırana bir seçimde parti olarak rakiplerini alt edip, ardından “Ben sizin başkanınız oldum” diyecek.
Cumhurbaşkanının doğuştan Türk olma şartının getirilmiş olması ise hemen her çevrede “ayrımcılık” eleştirisi aldı. Sayıları üç milyonu bulan Suriyelilerin ülkede kalıp ileride vatandaş olma ihtimalleri gözetilerek böyle bir maddenin getirildiği ileri sürülüyor. Vatandaşlık hakkını kazananlara bir süre ikamet etme şartı getirilse bile, “doğuştan Türk”lük gibi bir şartla yapılan engellemenin de insan ve vatandaşlık hakları bakımından kabul edilir bir yönü olamaz.
Ortaya nasıl bir başkan, yani cumhurbaşkanı çıkaracağını ve hakiki toplumsal kabul düzeyinin ne olacağını, süreç tasarlandığı gibi yürürse göreceğiz.
Bunlar az buz yetki değil!
Teklif kabul edildiği takdirde, TBMM içinden seçilen başbakan ve bakanlar kurulu modeli sona erecek. Cumhurbaşkanı (yani başkan) iki yardımcısını ve bakanlarını kendisi belirleyecek. Bunlar milletvekilleri arasından da dışarıdan da olabilir. Milletvekili olanların bakan olmaları durumunda, vekillikleri sonra erecek. Ama teklifte bakanlara dair başka kayda değer özellik ve nitelik tanımı yok. Bu konu açıkta ve cumhurbaşkanının kendisine bırakılmış. Yani, bünyesinde binlerce insanı ve büyük bir teşkilatı barındıran bakanlıkların başına gelecek kişilere dair vasıfların ne olması gerektiği belirsiz. Bunun nasıl bir keyfiliğe alan açacağını bugünden görmek mümkün. Cumhurbaşkanlığı çevrelerinden böyle istendiği yönündeki spekülasyonlar da medyaya yansıdı.
Cumhurbaşkanı yürütmeyle ilgili kanun bulunmayan alanlarda kararname ve yönetmelik çıkarabilecek. Bakanlıkların kurulması veya kaldırılması yönünde böyle kararnameler yayınlayabilecek. Kamu kurumlarındaki bütün üst düzey görevli atamalarını yapacak. OHAL ilan edebilecek ve o şartlarda gerekli gördüğü kanun kuvvetinde kararnameleri çıkarabilecek.
Kendisi ve bakanlarıyla yürütmeyi elinde tutan; HSK’yı, yani bir mânâda yargıyı kontrol eden; partisini milletvekilleri aracılığıyla yasamaya nüfuz eden; özetle, inanılmaz ölçüde güçlü bir cumhurbaşkanı nasıl denetlenebilir? Neredeyse, güçler ayrılığı yerine, enikonu güçlerin birliğini şahsında toplamış bir başkanla karşı karşıyayız. Koalisyonlardan kaçalım derken gelinen nokta bu.
Hani hep Latin Amerika’daki başkanlar olumsuz örnek olarak veriliyordu. Doğrusu, onlarda bu yetkilerin dışında hangi yetkiler var diye sormak çok abes olmaz gibi geliyor.
Bu modelde, yürütmenin başı olarak cumhurbaşkanının elbette denetlenmesi de başlı başına bir sorun olarak önümüze geliyor. Teklifte soruşturma talebi için en az 300 oy, soruşturma komisyonu kurulması için 360 oy, Yüce Divan’a sevk için ise en az 400 oy gerekecek. İşleyecek mi, zaman gösterecek.
HSYK (öneride HSK) bu kez cumhurbaşkanına mı bağlanıyor!
2010 referandumunda HSYK’nın bileşimi önemli bir değişiklik olarak görülmüş, ama sonra seçimlerinin sonuçları tam bir hayal kırıklığı olmuş ve orası FETÖ’nün karargahı haline gelmişti. Bu kez işi sıkı tutalım derken, neredeyse tamamen cumhurbaşkanının kontrolü altına giren bir HSK ile karşı karşıyayız.
Öyle ki, üye sayısı 12 oluyor. Bunun beşini Cumhurbaşkanı seçiyor. Adalet Bakanı kurulun başkanı. Böylece altıyı buluyor. İki üye TBMM’de seçiliyor. Partinin genel başkanı olan cumhurbaşkanının istemi dışında birilerine oy vermek iktidar partisi milletvekilleri için o kadar kolay bir şey mi? Sanmıyorum. Geriye Yargıtay’dan gelecek üç, Danıştay’dan gelecek bir adayı da düşündüğünüzde, bu kurulun bileşiminin nasıl bir şey olacağını aşağı yukarı kestirebilirsiniz.
Evet, kurulun adında ”Yüksek” sıfatına gerek yoktu. Adalet Bakanlığı müsteşarının bu kurulda yer alması zaten yersizdi. Referandumla gelen önceki seçim sistemi değiştirilmiş. Daire sayısı da ikiye indirilmiş. Ama bunlar kurula bağımsız ve tarafsız olma vasfı kazandırır mı, şüpheliyim.
Bu haliyle, yargının halk indinde güvenilirliğini ve saygınlığını nasıl yeniden kazanacağı bende ister istemez merak uyandırıyor.
Anayasa Mahkemesi’nde ise olumlu karşılanacak küçük değişiklikler öneriliyor. Bünyesindeki Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nden gelen üyelerin çıkarılmasıyla birlikte üye sayısının 17’den 15’e düşürülmesi teklif ediliyor.
Buluğ çağından çıkıp 18’i yakalayan, milletvekili olabilecek!
Milletvekilliğindeki yaş ortalamasının aşağı çekilmesi, Türkiye’deki gibi genç bir nüfusa sahip bir ülkede çok isabetli bir yönelim. Bilişim çağında ülke ve dünya bilgilerine ulaşım ve bunun yarattığı erken olgunlaşma etkilerini de dikkate aldığımızda, gençleştirmenin gerekli olduğu da açık. Ama bu yaş 18 midir derseniz, buna dair epey şüphelerim var. Basına yansıyanlardan, hayli AK Parti milletvekilinin de bunu yerinde bulmadığı görülüyor.
Çünkü bağımsız karar alabilme, toplumsal ve siyasal temsiliyeti hakkıyla yerine getirebilme, o yaştaki gençlerin varmakta epey zorluk çekecekleri bir olgunluk düzeyi. Örneğin seçim yarışını kaybedenler bunun yaratacağı travmayı göğüsleyebilecek mi? Bununla beraber, siyasetimizin ruhen ve usulen eski, söylemi ve edasıyla epey yaşlı olduğu da alenen ortada. Bu bakımdan, orta yaşını yaşamakta olan biri olarak, öneriye doğrudan karşı çıkarak gençlerin gözünde yanlış anlaşılmak da istemem.
Bunların yanı sıra, milletvekili sayısı 550’den 600’e çıkması teklif ediliyor. Yedek milletvekili sistemi getiriliyor. Bazı ülkelerde bu sistem var. Ama özellikle AK Parti milletvekilleri arasında bu önerinin kaygı yarattığı görülüyor. Yedekler, milletvekillerinin özgür iradesinin üzerinde bir tehdit unsuru gibi değerlendiriliyor. Hattâ bazı bölgelerde kriminal sonuçlar üreteceğini iddia edenler bile var. AK Parti yönetimi eğer MHP’den “olur” alabilirse, milletvekili sayısında meydana gelebilecek eksikleri tamamlayabilecek ve ara seçim ihtimalini ortadan kaldıracak “Türkiye Listesi” gibi bir çözüm yolu arayacak.
Araya serpiştirilen maddeler…
Başkanlık sistemiyle doğrudan ilgili olmamasına karşı, yukarıda değindiğimiz milletvekili yaşının 18’e indirilmesine, HSK ve AYM’de yapılanlara ilâve başka değişiklik maddeleri de teklifte yer alıyor. Örneğin Jandarma Genel Komutanı’nın MGK üyeliği kaldırılacak. Askeri Disiplin Mahkemeleri’nin dışındaki tüm askeri mahkemeler kaldırılacak. Cumhurbaşkanlığının uhdesinde bulunan Devlet Denetleme Kurulu’na, bugüne kadar incelemeden muaf tuttuğu TSK ‘yı da idari bakımdan soruşturma yetkisi verilecek.
Seçimler 3 Kasım 2019’da birlikte yapılacak. O tarihe kadar TBMM’nin ve Cumhurbaşkanının görevi esas itibariyle bugünkü gibi devam edecek.
Bu teklif TBMM Anayasa Komisyonu’na geldiği andan itibaren muhtelif yönleriyle değerlendirmelere konu oldu. Son bir haftadır Komisyonda teklifin geneli üzerinde görüşmeler yapıldı ve hayli sert geçti. CHP ve HDP bu teklifin rejim değişikliği getirdiğini ifade ediyor. Çok sayıda milletvekilinin söz aldığı görüşmelerde, bu partiler ile AK Parti – MHP teklif bloku arasında hemen hiçbir konuda uzlaşma ihtimalinin olmadığı görülüyor. En son oturumda çok sert atışmalar cereyan etti ve kapanışı tartışmalı oldu. Muhalefet cephesi çok sayıda milletvekili genel görüşme bağlamında söz almışken (sayılarının 150 olduğundan söz ediliyor), Komisyon Başkanının söz vermeyip, genel görüşmenin tamamlandığı iddiasıyla maddelere geçilmek üzere genel görüşme oturumunu kapattığını ileri sürerek itiraz ediyor. Bu durum Komisyonda ufak çaplı bir krize yol açmış gibi görünüyor.
Eleştiriler sadece muhalefetten değil…
İki muhalefetin partisi olarak CHP ve HDP’nin teklife kökten karşı çıktığını ifade etmiştim. Hattâ bu partiler meseleyi rejim değişikliği noktasında gördüklerinden, eleştirilerini esas üzerinde toplayıp maddelere girmekten biraz uzak duruyorlar.
Eleştirilerinin odaklandığı nokta, Meclisin etkisiz eleman konumuna düşürüldüğü. Kuvvetlerin tek elde toplanarak bir “tek kişi, tek parti” hegemonyası, yani diktatörlük yaratılacağı tezleri ileri sürülüyor.
Tabii paketin kapalı kapılar ardında hazırlanması hiç iyi olmadı. Bu yüzden iktidar partisinin milletvekilleri bile içeriğinden fazla haberdar değillerdi. Başbakan Yıldırım yoğun işleri arasında milletvekillerini “evet”e hazırlamak üzere gruplar halinde toplamaya başladı. Sorularını cevaplandırmaya ve endişelerini gidermeye çalıştı. Basına yansıyanlara bakılırsa, içeriğe yönelik eleştiri yapanlar hayli fazla. Meclisin etkisizleştiği, denge ve denetimin yapılamayacağını onlar da söylüyor. Hattâ AK Parti için orta vadede riskler taşıdığını bile ileri sürüyorlar. Teklifin bir kişiye, mevcut Cumhurbaşkanı Erdoğan’a göre hazırlandığını ama başka ihtimalleri hesaba katmadığını, bu nedenle de son derece riskli olduğunu iddia edenler de bulunuyor.
Bir başka önemli eleştiri noktası da Meclisin milli iradenin oluşumundaki yerinin bu öneriyle açıkça yok edilmesi ihtimalinin olduğu. AK Parti’nin milli egemenliğin tecellisinde TBMM’ye baştan beri büyük değer verdiği, ama şimdi bundan geri durulduğu ileri sürülüyor.
Milletvekillerinin bakanlarla karşı karşıya gelme imkân ve ihtimalinin olmadığı; en fazlası soru önergelerinin verilebileceği böyle bir modelle TBMM’nin denetleme görevinin nasıl yerine getirileceğini sorguluyorlar.
Malûm, yasama yetkisi halkın fazla ilgi göstermediği bir alan. Hizmet ise halkla ilişkiler yönünden çok önemli. Milletvekilleri bu alanda bir denetleme ve takip yapamayacak ise seçmenin yüzüne nasıl bakacak, diyorlar. Bu alanda bir takip söz konusu olmadan denetleme nasıl yapılacak, diye soruyorlar. Hizmetle bağı kopan vekillerin seçim bölgeleriyle bağının bir sorun haline geleceği iddia ediliyor.
Özellikle kararname alanındaki belirsizliğin kanunları bile aşan bir durum yaratacağına dair endişeler ifade ediliyor.
Teklife göre, cumhurbaşkanlığı bütçesi TBMM’de reddedilirse bir dönem boyunca eski bütçenin yeniden değerlendirme oranına göre faaliyetlerin devam etmesi planlanlanacak. Bütçenin bir dönem boyunca nasıl böyle sürdürülebileceği de sorgulanan konular arasında yer alıyor.
“MHP ile anlaşma elimizi kolumuzu bağladı”
Başbakan Yıldırım’ın milletvekillerinden gelen eleştiriler üzerine “MHP ile anlaşmamız elimizi kolumuzu bağladı” dediği de medyaya yansıdı. Yıldırım kendini “Virgülü bile sormak zorundayız. Oylarına ihtiyacımız var. Mutabakat zorunlu. Kabul ederlerse bazı düzeltmeleri yapabiliriz” diye savunmuş.
Bizim mevcut parlamenter sistemimizin de tarihsel rolünü ve yarattığı birikimi elbette değerli buluyorum, ama şimdiki durumuyla çok matah bir şey olmadığı da ortada. Bu haliyle kelimenin tam anlamıyla bir demokratik işleyiş sunduğu, katılımı ve denetimi hakkıyla sağladığı asla söylenemez. Yıllardır beklediğimiz köklü reform umutlarımız da hep boşa çıktı. Siyaset alanı öyle engellerle malûl ki, sanki birilerinin özel av sahası haline gelmiş gibi. Doğrusu, arkasından gözyaşı dökülecek bir durumu pek yok. Halen temel ihtiyacımız, bu konuda tüm toplumun katılımının sağlandığı kapsamlı demokratik reformu gerçekleştirmek.
Ama hazırlanışı ve içeriğiyle birlikte epey sorunlarla yüklü olduğunu gördüğüm AK Parti-MHP ikilisinin değişiklik teklifinin sindirilmesinin, bu bakımdan kolay olmadığını düşünüyorum.
Türk milliyetçiliği ile İslâmî muhafazakârlığın ellerinde şekillenen bir gelecek projesi, kabul edelim ki Türkiye’ye dar gelir.
Ülke epey zor bir dönemden geçiyor. Bu teklifin böyle bir zamanda getirilmesini bile hiç isabetli bulmuyorum. Toplumda cepheleşme yaratmaya çok yatkın bir iklimin olduğu şartlarda gündeme getirilen bir konu olduğunu görüyorum.
Madem ok yaydan çıktı ve teklif TBMM’ye getirildi, bari OHAL’e son verilerek, KHK uygulamaları sonlandırılarak, iç şartlar biraz olsun yumuşatılmalıdır. 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili dokuz şehirde 17 dava iddianamesinin tamamlandığı ve duruşmaların yakında başlayacağı duyurulduğuna göre, böyle bir adım atılmasının şartları hayli oluşmuş demektir.