Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına

Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına

Hayatı yol(da) olan şoförün “şiir”den, “edebiyat”tan medet uman, “dizelenmiş, kafiyeli, veciz” kendi söylemi, tabiri caizse bir yol felsefesi, kültürü var. Müziği, melodisi, bütün bunlarla kendini “ifade tarzı”, “anlatma ihtiyacı” var aynı zamanda. Hayatını o sözlerle kıymetlendiriyor, kitâbesini öyle yazıyor. Ne diyor kamyonun arkasında, “Bu benim şarkım”.

Her türden motorlu ulaşım vasıtasıyla tarihe, “motorlu taşıt, müteharrik (hareket halindeki) makine veya lastik tekerlekli traktörlerin karayolları üzerindeki seyrüseferi” ezberiyle ehliyet sınavlarına nakşolan tekerlekler, çağı da döndürüyor, onunla birlikte dönüyor.

Bu hızlı gelişim-değişim süreci, yazı dizimin önceki bölümlerinde değinmeye çalıştığım “arabalı hayat”ın ötesinde “arabada hayat”ı da ortaya çıkarıyor, şekillendiriyor elbette. Her yönü, her camiasıyla ömrü arabada/vasıtada geçen hayatları… Ayrı ayrı “kamyon, otobüs, ‘uzun yol’, minibüs, dolmuş edebiyat”ını yahut edebiyat dışında kalan alanı da kapsayacak şekilde bir bakıma “folklor”u da.

Cemal Süreya “Folklor şiire düşman” yazısında “Bizde hâlâ folklora, halk deyimlerine şiirlerinde fazlasıyla yer veren şairlerin kısır bir yolda oldukları sanısındayım. Çünkü folklorda şiirin bugünkü entelektüel niteliğini taşıyacak yeti yoktur. Halk deyimlerinin havası şiirin kanat çırpmasına imkân vermeyecek kadar dar bir havadır” dese de… Folklorun “şiirde kişilik”i de örselediğini, yok ettiğini, şiirin kişilik kazanmasına uygun olmadığını savunsa da… Füsun Akatlı “edebiyatta folklorun, folklorik yaklaşımın çok aldatıcı, yanıltıcı, etkisi geçici (kalıcı olmayan) bir renk olduğunu” vurgulasa da… “o folklor” bir ifade tarzı olarak hayatın tam göbeğinde, içinde…

Hayatı yol(da) olan şoförün “şiir”den, “edebiyat”tan medet uman, “dizelenmiş, kafiyeli, veciz” kendi söylemi, tabiri caizse bir yol felsefesi, kültürü var. Müziği, melodisi, bütün bunlarla kendini “ifade tarzı”, “anlatma ihtiyacı” var aynı zamanda. Hayatını o sözlerle kıymetlendiriyor, kitâbesini öyle yazıyor.

O nedenle baştan söyleyeyim, ifade özgürlüğünün göbeğinde gördüğüm “kamyon arkası yazıları”nın yasaklanmasına, trafikten menedilmesine net karşıyım. Ötesi onlar bir bakıma kendi mülkünün “grafiti”leri… Ne yazıyor bir kamyonun arkasında; “Bu benim şarkım…”

“Kamyoncu lokantası”nın lezzet efsanesi

Tamam, farklı bir tadı var. Mesela kamyoncu lokantaları, hayattan alınan tadın uzun yoldaki molada ulaşılan bir tür mutluluk durağı olduğunu düşündüğünde “lezzetli” belki.  Artık yitirdiğini düşündüğüm şehir efsanesini ve önkabulünü, aslında hayatın tadının bilinmezliğinden, değişkenliğinden ve insanların bu mevzudaki yüzeysel, flu fikirlerinden, -sunulan/ulaşılanla sınırlı- her anlamda “lezzet geleneği”nden alıyor. Bir bakıma bildik lezzetin bildik hâlinden.

Kamyonunun, minibüsünün, dolmuşunun arkasına yazdığı sözler, şehirlerarası ya da “şehir içi”nde aynı hatta dönüp durduğu “yol folkloru” da biraz öyle. Ama topluma yansıyan, mâlolan aforizmaların tarihinde “şoför, minibüs-dolmuş edebiyatı”, “kamyon arkası yazıları” gibi başlıklarla müstesna ve zengin bir yer tutuyor.

“Şoför” kendini o sözlerle tanıtıyor, öyle tanınmak, yolda öyle karşılaşıp “tanışmak” istiyor. Sosyal medya olmayınca, 21. Yüzyıl’da bile ifade ve özgürlük kelimeleri yan yana gelemeyince, bırak arabanın/aracın arkasını, kâğıt paralara, tuvaletlere de yazı yazıyor, lafının elden ele-gözden göze dolaşmasını öyle umuyor belki “eski” insan. “Densizlikten değil yersizlikten” mi desem, taraf(tar) olmadan. Dağ bayır dolaşıyorsan, “Var ya, adını, sevdamı dağlara yazarım” diyorsun, “biçilmiş kaftan” cümlelerle.

“İşeyen çocuk” muamması ve isyan

Tamam, kendini ifade etme yolları tuhaf bazen, garip, hatta bazısı alabildiğine itici… Eskiden başta TOFAŞ’ın kuş serisi (Serçe, Şahin, Doğan, Kartal) olmak üzere hemen her otomobilin, taşıtın arkasına marka gibi yapıştırılan “pipisini çıkarıp çişini yapan çocuk” çıkartması, “sticker”ı mesela. Hatta bir kısmı yağlıboyayla kalıcı bagaj eserleri…

Bazı şehirlerimizin meydanlarındaki “kopya kalıp” Romalı işeyen çocuk (melek) havuzlarına özenmişler mi desem… Erkekliği öne çıkararak, “Âlem buysa ben bu dünyanın içine…” mi diye yorumlasam… Daha masum düşünüp “Arabanın benzin kapağını mı işaret ediyor” diye geçiştirsem… Bilemiyorum. Bilemezsin de zaten, yapıştıranın niyetini…

Onun gibi bir dönem trendy olan ve arabaların, dolmuşun, minibüsün, kamyonun-otobüsün arkasına daha çok iç-dikiz aynasına yapıştırılan “kedi” ya da “Türkan Şoray gözü” çıkartmalarını yorumlamak daha kolay. Yol hayatında yalnız çünkü… Belki birisinin ona Türkan Şoray gibi hülyalı, sevdalı bakmasını, “Uzaktasın ama yalnız değilsin” demesini istiyor.

Kamyon arkası yazılarının bence asıl önemine gelirken, istisnai felaketlerden “İşeyen çocuk”u teğet geçmem gerekiyor. “Yol insanları” dayatılan kültüre, o yıllarda belki de hiçbir toplumsal kesimin politik olmadıkça başaramadığı bir dili, söylemi tüm memlekete yaygınlaştırarak karşılık verdi fikrimce. Farklı söylemleri, hatta kültürleri bile kendine has tarzıyla aracının arkasına aldı, “kendisi” yaptı. “Rampaların ustası, ‘Rambrandın’ hastası” oldu kimi zaman. “Bizimki Love Story gibi hikâye değil, hayatım roman” dedi.

Arada bir müzik, arada bir hayat

Sadece söylemiyle değil oturuşu, duruşu, aşkıyla bile farklı bir “tarz” çıktı ortaya. Bir bakıma köylülüğe mesafeli duran, kentliliğe yanaş(a)mayan hayatı, tarzını, belki en simgesel haliyle radyosundaki-teybindeki müziği etkileyecekti, hatta yaratacaktı. Arabeskle de arada bir müzik, arada bir tarz, arada, Araf’ta bir hayat…

Arabesk kamyonda, şehirlerarası otobüste, dolmuşta, minibüste, “taksici”de de kalmadı. En fiyakalısından gazinolara, en kaymak üstü semtlere ulaştı yankısı. Klasik Türk Musikisi’nin, Türk Sanat Müziği’nin muhterem temsilcileri albümünün başköşesine arabesk şarkılar yerleştirdi. Bir nevi köyden, taşradan kente köprüydü; kimler geldi, kimler geçti o köprüden. “Sınıfsız, zümresiz, kaynamış” melodisiyle ayrı bir sanayi oldu.

Yazısıyla, müziğiyle o yol güfteleri -post arabesk mi desem- farklı, toplumsal açıdan geçişli bir söylem oluşturdu. Kamyon arkası aforizmalar, geleneklere, direksiyondaki “erkek”in gönlünü okşayan bir “erkek tarafı ironisi”ne de yaslanıyordu tabii. “Gidişine kızlar, duruşuna yollar hasta…”ydı o alanda. Post medyatik, alıcısı daha geniş bir arabeske dayalı popülerliğiyle de yerleşti hayata.

Bir başkadır benim kültürüm

Arabada, yolda geçen hayatların kahramanı “şoför”ler, farklı bir “tarz”ın, kendine has “sektörel gelenekler”in, raconların, söylemlerin, arabesk müziğin, bir başka kültürün de öncüleri. Araçlarının aynalarına astıkları, önüne-arkasına markasından büyük, dev puntolarla yazdıkları “Maşallah”lar, “Allah Korusun”lar, “Bismillah”lar, insanların gözüne en sık çarpan, her kuytuyu dolaşan inanç, korunma, sığınma billboardları… Varsa bir alınyazısı, eminim kamyon arkası yazıları üslubunca yazılmıştır. Nihayetinde, “Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına”… Ve her seferinde “Ey ufuklar diyorum, yolculuk var yarına”.

Öyle ki, “nazar yazıları”nın esprili bir şehir efsanesi bile dolaştı dillerde. Türkiye’ye gelen bir yabancı gözlemci değerlendirme raporuna şöyle yazmıştı “o hikâye”de: “Türkiye’de iki dev nakliye şirketi var. Birisinin adı Maşallah Şirketi, diğeri Allah Korusun…”

Her yönüyle hayatın içinde, hayatın dibindeler. Herkesin işi düşüyor onlara… O yüzden canlarını emanet ettikleri “Kaptan şoför” otobüs sürücüleri… Gecesi gündüzü -uzadıkça daha tehlikeli- yollarda geçen, “ev”in bir nevi mola olduğu hayatlar. Bir yanıyla da köyüne, kasabasına kapanan hemşerilerine göre gezen-gören insan.

“Bir kişi bile değilim yalnızlıktan”

Yoldaki yalnızlığı, yerleşik olmayan hayatı farklı bir duygu, kültür yaratıyor elbette… Yalnız hep; kamyon, TIR, “uzun yol sürücüleri”nin sadece aracı değil, “ev”i, koltuğunun arkasına sıkıştırılmış yatağı. O nedenle uzun yol sürücüsünün yalnızlığı, bana hep Edip Cansever’in o hazin dizesini hatırlatıyor: “Bir kişi bile değilim yalnızlıktan.”

O hallerini, hasretini, bazen öfkesini kamyonun arkasına yazdığı üç-beş kelimeyle anlatması o yüzden: “Bir sana, bir de sabah uykusuna hasretim…” Bir insan herhangi bir yolla kendini, hissiyatını tek bir cümleyle anlatmak, ötesi paylaşmak istiyorsa… “Gözlerin güzel, ama bakmasını bilmiyorsun” diyorsa sevgilisine. Sevdasını ya da aşka sevdasını uluorta döküyorsa yollara…

“Nescafe’nin bile üçü bir arada ben yapayalnızım” diye muzırca yakınıyorsa bazen… İndiğim taksinin arkasında “Sen de inip gideceksin” yazıyorsa…  Ve bana okutuyorsa, “kendini”. Bana yolda seçtiği kelimelerle selam yolluyorsa… Gülümsetiyorsa durup dururken… Sana da merhaba! Yolun açık olsun…

Lâkin o sözlerini, kelimelerini de “dikkat dağıttığı” gerekçesiyle yasakladılar. Yol kenarındaki paragraf paragraf dev reklâm panoları, siyasi billboardlar, her önüne gelenin siren, çakarlı lamba taktırıp VIP hüviyeti kazandığı arabalarla önüne geleni pervasızca sağladığı-solladığı ayrıcalıklı trafik dikkat dağıtmıyor da, yasağın tek gerekçisi olarak bir tek onlar mı dikkat dağıtıyor?  

Ne diyor kamyonun arkasındaki yazı, “Eleştiriye açığım, nasîhate kapalı”… Heyhat devlet, iktidar eleştirmiyor, en mülayim, en “babaç” halinde bile -azara girizgâh- nasihat ediyor maalesef. 

BİR FİLM/BİR REPLİK

“BASİT”İ KIYMENLENDİREN HAYATLAR

Yönetmen Jim Jarmush 2016 yapımı “Paterson” filminin odağına, günlük hayatı ilk duraktan son durağa aynı hatta geçen bir belediye otobüsü şoförünü yerleştirir. Bayıldığım oyunculardan Adam Driver’ın -sanki soyadına nazire- inanılmaz gerçeklikte ve sadelikte canlandırdığı şoför Paterson’ın hayat dörtgeni; otobüsü, eşinin perdeden örtülere, giysilerinden duvarlara bezediği geometrik desenleriyle de bir “fasit daire”yi simgeleyen evi, o evdeki havhavsız Buldog köpekleri, ayaküstü uğradığı küçük kasaba barı ve şiir(i)dir.

O dar alanda, gün boyu koca otobüsüyle dolandığı dar sokaklarda/caddelerde her gün gördüğü, görebildiği sade, basit, bir şiir nesnesi olamayacak kadar sıradan şeyleri, mesela bir kibrit kutusunu, içindeki çöp sayısını şiirine yerleştirir. Zaten adını da doğma büyüme yaşadığı kasaba olan Paterson’dan almıştır.

Sabahtan akşama, kahvaltısından teneke beslenme çantasındaki ev kumanyasına kadar rutinini hiç bozmaz. Bir bakıma sıradanlığın, günlük rutinlerin, “basit”in şiiridir yazdığı; ardındaki örtülü hayatların, bağırmayan hayallerin belli belirsiz ipuçlarında hissedilen şiiri… Basitin, sadenin kıymeti, kıymetlendirilmesidir. Hayatı en sade, basit, sıradan haliyle bile sevebilme yetisinin kıymeti… Süzüldüğünde bir deftere rahatça sığan hayatların göze çarpmayan şiiri.

Öyle ki Paterson kasabasının, oranın şiirini bizzat bir insanın, Paterson’ın varlığıyla, bedeniyle, onun aynasından okuruz. Kasabayı onun gözüyle, onun koluna girerek dolaşırız. Hiç durmadan, her yerde, her molasında, “teneffüs”ünde yazar, yazmadığında da şiir(i) düşünür. Bir tutkudan öte görevdir sanki şiir. Ama “Şair değilim sadece bir otobüs şoförüyüm” der.

Filmin finalinde küçük bir şelaleye bakan parkta karşılaştığı Japon turist “Şiirle nefes alıyorum” diyerek, Paterson’un hayat öpücüğünü de tanımlar. Şiirlerini defterine Japonca yazan ve çevirisine itibar etmeyen şair, “Tercüme edilmiş bir şiir yağmurlukla duş almaya benzer” der. Giderken sade ama zarif boş bir defter hediye eder Paterson’a; “Bazen boş bir sayfa daha fazla imkân sağlar insana…”

Filmdeki çoğu dizenin şairinin New Jerseyli Williams Carlos Williams olduğunu eklemeliyim. Onun “Paterson” adlı destansı şiirinden dizeleri bırakayım finale: “Güller vardı, yağmurda. / Koparmayın, diye yalvardım. / Dayanmazlar, dedi kadın. / Ama o kadar güzel duruyorlar ki oldukları yerde. /Ah, hepimiz güzeldik bir zamanlar, dedi kadın / ve koparıp gülleri tutuşturdu elime.”

YAZI FOTOĞRAFLARI: Yazı metnindeki siyah beyaz fotoğraflar, fotoğraf sanatçısı Altan Bal’ın İstanbul ve Almanya’da açılan “Kamyoncular-Belgesel Fotoğraf Sergisi”ndendir.

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik