Ana SayfaYazarlarKargaşa çıktı, işler yolunda!

Kargaşa çıktı, işler yolunda!

 

Dünyayı kasıp kavuran güçlü bir huzursuzluk dalgasıyla karşı karşıyayız. Şili’den Hong Kong’a, Lübnan’dan Gürcistan’a 11 ülkede kitleler sokaklarda. İnsanlar huzursuz, çünkü özgür değiller. İnsanca geçinecek yaşam koşularına sahip değiller. Gücü eline geçirip daha sonra yozlaşan yönetim erkleriyle karşı karşıyalar. Daha da önemlisi, mutsuz ve umutsuzlar.

 

Dünyamız daha önce bu yoğunluk ve kapsamda bir dalga görmedi. Ne 1848 başkaldırıları, ne 1968 öğrenci kabarışı, ne Amerika ve Avrupa’da görülen işgal eylemleri, ne de Arap Baharı bu ölçekte bir coğrafyaya yayılmıştı. Dalganın dikkat çekici bir ortak paydasından bahsedebiliriz. Dünyanın yoksullarını içeriyor. Kendilerine kulak verilmediğini düşünen huzursuzların öfkesini yansıtıyor.

 

Paradokslu dünya

 

Sonsuz zamanın önemsiz mi önemsiz bir parantezindeki biz dünyalılar, gerçekten ilginç bir dönemde yaşıyoruz. Bilim ve teknolojide inanılmaz mesafeler katettik. Sanayileşmenin serüveni bunun en açık göstergesi. Artık endüstri 4.0’ı konuşuyoruz. Üretim süreçlerinde kol ve beden gücü bitiyor. Bunun yerine, elektrikli sinyallere dayalı bir kumanda ve yönetişim başlıyor. Bu, muazzam bir şey! Bunun ne gibi sonuçlar yarattığını bilgisayar teknolojilerinde, 3D yazıcılarında, yapay zekâ sistemlerinde, robotlarda, elektrikli otonom arabalarda, sesle kumanda edilen cihazlarda görebiliyoruz. Nesnelerin interneti olarak da tanımlanan bu süreç, bize makinelerin de en az biz insanlar kadar zeki ve işlevli olabileceğini müjdeliyor.

 

Ancak bilim ve teknolojide ulaşabildiğimiz bu seviyeyi ekonomik, sosyal ve siyasal düzenlerimize aktaramıyoruz. Hâlâ hem küresel düzeyde, hem de ülkeler bazında eşitsizliklere, güç hiyerarşilerine dayalı sistemlerde yaşıyoruz. Evet, yapay zekâ sistemlerimiz artık hastalıkları doktorlardan daha iyi teşhis edebiliyor — ama dünyanın üçte ikisi hâlâ yoksulluk sınırında yaşamakta. İletişim teknolojisini yığınlara yayarak iletişimi görece demokratikleştirdik — ama ülkeler bazında hâlâ nüfusun yüzde 10’u gelirin yüzde 80’inini götürüyor. Bir milyarder 300,000 dolarlık arabasıyla, 10 milyon dolarlık evine gidebilirken, nüfusun yarısı kira parasını denkleştirmekte sıkıntı çekiyor. Küreselleştik — ama hâlâ bir otobüsü doldurmayacak kadar az insan, dünyadaki zenginliğin yüzde 60’ını elinde tutuyor. Bu kabul edilebilir bir durum değil. Her şeyden önce insani ve vicdani değil.

 

Mahşerin üç atlısında kriz!

 

Bunun nedenlerine dair pek çok okuma var. Önemli gördüğüm üç saptamayı paylaşmak istiyorum. İlki, modernitede “mahşerin üç atlısı” diyebileceğimiz kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlette kriz olduğunu, bizim bu krizin sonuçlarını yaşadığımızı söylüyor. Bu tez sahiplerine göre, ulus-devlet olgusu aşılmakta. Kapitalizm çok ciddi hiyerarşi ve sınıf farklarına yol açıyor. Bir yönüyle küreselleşmeyi yaratıyor, ama küreselleşmenin de altını oyuyor. Endüstriyalizm ise bu haliyle sürdürülebilir değil. Çünkü ilerleme nosyonu dünyayı yaşanabilir olmaktan çıkarıyor, ciddi çevre felâketlerine yol açıyor. Dolayısıyla ulus-devlete, kapitalizme ve endüstriyalizme dayalı modernitede bir kriz söz konusu.

 

İkinci tezi Fransız düşünür Alain Touraine seslendiriyor. Özetle şunu söylüyor: Mali kapitalizm ile reel ekonomi ayrıştı. Bu ayrışma küreselleşmeyi doğurdu. Ancak küreselleşme ile de sistem ve aktörler birbirinden ayrıştı. Bu da köksüzleşmeye ve toplumsal rollerin unutulmasına yol açtı. Mevcut durum, sosyo-ekonomik sistemin hızla bozulması ile yeni bir toplumsallık türünün yaratılması arasındaki uç noktada, karşılıklı iki süreç şeklinde ilerliyor. Sanayi toplumundan sanayi sonrası topluma geçişi yaşıyoruz. Ancak bir toplumdan başka bir topluma geçiş değil bu. Hızlanan ekonomik küreselleşmenin yarattığı “zayıflayan toplum” realitesi ile karşı karşıyayız. O yüzden toplumlar küreselleşmenin yarattığı adaletsizlikleri kontrol etmede yeterli örgütlenme ve denetim olanaklarına sahip değil.

 

Kıssadan hisseli konuşursak Touraine, “ekonominin baskın erki ile insani öznenin haklarına başvurması arasında çelişki oluştu” diyor. Bu da en çok üçüncü dünya ülkelerinin canını yakıyor.

 

Yatay eşitlenme, dikey eşitsizlik

 

Üçüncü okumayı ise Oliver Nachtwey yapıyor. Farklı ve özgün tesbitleri var. Bu tesbitler üçüncü dünya ülkelerinin dünya sistemi içindeki yerini görünür kılması açısından önemli. Nachtwey’e göre, yatay eşitlenmenin yeni bir dikey eşitsizlik yarattığı “gerilemeci modernleşme” sürecine girdik. Gelişen şey, değişen dünyanın değişen sınıflar yaratma realitesidir. Eski sanayileşmiş dünyanın orta ve işçi sınıfları, küreselleşmenin kaybedenleridir. Yerlerini kozmopolit elitlere, küreselleşmenin yüksek vasıflı kazananlarına, yeni yükselen kapitalist ülkelerin orta sınıflarına bırakmaktadır.

 

Bu okumalar üzerinden, özet olarak şu noktaya varabiliriz. Ulus-devlet, kapitalizm, endüstrileşme, küreselleşme krize girdi. Bu sebeple dünyanın çivisi çıktı. Liberal küresel düzen çöküyor. İleri demokrasiler ekonomik ve siyasal başarısızlık yaşıyor. Irkçılık tırmanıyor. Bazı ülkeler (ABD, Çin, Rusya, Macaristan, Polonya) otoriter rejim ve liderlerin denetimine girdi veya girmekte. Teknoloji ve bilim dünyasındaki muazzam ilerlemeye rağmen yoksulluk bitmiyor. Ülkeler bazında da zengin-fakir arasındaki makas kapanmıyor. Zengin ülkeler, yoksul ülkelerin kaderini değiştirmek için kılını dahi kıpırdatmıyor.

 

Eski zihniyete tutunmak mı?

 

Ne yapabiliriz? Bence solun eşitlik, dayanışma, özgürlük ideali doğru bir vizyondu. Ancak ulaşma yöntemleri yanlıştı. Artık bu vizyona bizi götürecek yeni yol ve yöntemler bulmamız gerekiyor. İşe, bilim ve teknolojinin geldiği aşamayı ekonomik, sosyal ve siyasal düzenler inşasında kullanmakla başlayabiliriz. Bu da ancak liberal paradigma ile hesaplaşmakla; küresel liberal düzene itirazla; küresel liberal düzeni insanileştirmekle, vicdanileştirmekle mümkün olabilir.

 

Slavoj Zizek’e göre çare, liberal demokrasiden mezhepsel bir kopuş gerçekleştirmek. Çünkü küresel sermayeyi dizginleyecek yeni bir politik enternasyonale ihtiyaç var. Zira yeni radikal sol için ortam oluştu. Klaus Schwab’a göre, küreselleşmenin yönetim mimarisi ciddi sıkıntılara girdi. O yüzden küreselleşmenin yönetim mimarisini değiştirmek, egemenliği küresel güçlerden almak, işbirliği ve dayanışmayı gerektiren bir dünya kurmak gerekiyor. Bu da inovasyon odaklı yeni bir ekonomik modelde yaşadığımızı; kamu yararı ve güvenliğini sağlamak için yeni küresel standartların, politikaların, normların gerekli olduğunu anlamamızı gerektiriyor.

 

O yüzden eski zihniyete tutunmak, mevcut kurumlarımız ve modellerimizle yol almak işe yaramayacak. Yeni küresel ve ekonomik yaklaşımlar geliştirmeliyiz. Bölgesel düzeyde işbirlikleri, eğitim sistemlerinin yenilenmesi gibi. Buna mecburuz, çünkü 2022’de işgücünün yüzde 54’ü yeni beceriler edinmek zorunda kalacak. O yüzden David Van Reybrouck, “Batıda insanlar robotları suçlamaktansa Müslümanları suçluyor” derken çok haklı.

 

Yeni global devrimler çağı

 

Yeniden dünyadaki yaygın eylemlere dönersek… Batıda dünyayı sarsan eylemleri postmodern belirsizliğe bağlayan yorumlar var. Kesinlikle katılmıyorum. Evet, eylemleri eskisi gibi bir ideolojik pencerede toplayamıyoruz; evet, taleplerin çokluğu söz konusu. Örneğin Katalonya ve Hong Kong’da bağımsızlık, Bolivya’da darbe karşıtlığı gibi. Ancak temel kesişim noktası huzursuzluk ve fakirliğe duyulan tepki. İnsanlar huzursuz, çünkü özgür değil. Çünkü hakları ve arzularının duyulduğu ve sayıldığı kanaatinde değil.

 

Eylemlerden 1968 gibi değiştirici bir sonuç çıkar mı? Sosyal hareketler ve eşitsizlik konusunda araştırmaları bulunan Branko Milanovic, eylemleri “yeni global devrimleri haber veren alâmet” olarak değerlendiriyor. Katılıyorum. Çünkü Mao’nun ifade ettiği bir durumu yaşıyoruz: “Yeryüzünde kargaşa çıktı. Dolayısıyla işler yolunda.” Bu kargaşa, insanlığı “insan olmanın ne demek olduğunun temelden genişletilmiş yeni bir tanımını yapmaya” zorlayacak.

 

- Advertisment -