Şehir çıkışına yaklaştığında, karşı yönden gelen araçların oluşturduğu trafik yoğunluğuna bakıp haline şükretti Can. Gittikçe seyrekleşmeye başlayan trafik ışıklarında durdukça, hafta sonuyla birleştirilmiş uzun bayram tatilinden dönen yolcuların yüzlerini inceliyordu. Kararmış somurtkan suratlarda, katedilmiş uzun yolların yorgunluğu okunuyordu. Bekledikleri gibi geçmeyen tatilin hayal kırıklığı… Kendilerini birbirinin tıpa tıp aynısı günlerin beklediğini bilmenin bezginliği… Onlar işte o sıkıcı geleceklerine doğru yol alıyorlardı. Can ise, geçmişine, çocukluğuna doğru… Trafik ışığının yeşile dönmesiyle gaza bastı. Önünde uçsuz bucaksız uzanan tenha yolda ilerlerken, yirmi yıl önce babasıyla atıldıkları maceranın -demek ki- içinde bir yerlerde hep saklı kalmış heyecanı gün yüzüne çıktı.
Dört gün önce mesaj kutusuna bir fotoğraf düşmüştü. Açıp baktığında gözlerine inanamamıştı. Çocukluğundan bir fotoğraf… Babasıyla çıktıkları “sürpriz tatil”den bir kare. O günü çok iyi hatırlıyordu. Babasının fotoğrafı çektiği anı bile… Fotoğrafı daha önce görmemiş olmanın şaşkınlığını üzerinden atamadan telefonu çalmış, bir erkek sesi iki kahkaha arasında, “nasıl ama! Böyle bulurlar işte adamı” deyip, telefonu bir başkasına geçirirken uzaklaşan sesiyle “bak kim var burada” diye bağırmıştı. Telefonu devralan diğer erkek sesi, “kardeşiiim, atla gel çabuk, fotoğrafın aynından çekinecez… öncesi, sonrası baabından. Nasıl fikir ama? Sensiz olmaz haaa!” deyivermişti. “Rıfkı? Faik?” diye fısıldamıştı hayretten kısıklaşan sesiyle. “Ta kendileri!” diye yankılanmıştı aynı anda iki erkek sesi. Belli ki telefonunun sesini hoparlöre almışlar. “Ve dahi Hayri!” diye seslenmişti uzaktan bir diğer erkek sesi. Sonrasında, lafı birbirlerinin ağzından ala ala, bir an önce yola koyulması, yanlarına gelmesi için baştan çıkarıcı vaatlerde bulunmaya başlamışlardı. “Eski günlerdeki gibi, pişpirik… papaz kaçtı! Güveçte ahtapot yahni… e tabii artık yanında aslan sütüyle! Tekneyle koy koy gezmece… eski günlerdeki gibi korsana bağlamaca.” Bu sonuncusu Yunan adalarına da uzanıvermek anlamına geliyormuş. Neşeyle gülerek bayram yoğunluğu son bulur bulmaz yola çıkacağına söz vermiş, telefonu kapatır kapatmaz ekrandaki fotoğrafa dalmış gitmişti. Sahile demirlemiş sandalın içinde, oyuncak tüfeklerinin iyice görünmesi için kollarını havaya kaldırmış, itiş kakış içinde birbirlerinin üzerine abanarak poz vermiş dört küçük oğlan.
Doktora tezine yoğunlaşmak için dokuz günlük tatili fırsat bilip eve kapanmakla nasıl da doğru bir iş yaptığını düşünüyor şimdi. İyi bir tatili de haketmişti zaten. İçi çocukluk arkadaşlarının vefasına duyduğu minnetle dolup taşarken, uzunca bir süredir hissetmediği bir özgürlük duygusuyla Güney’e doğru uçarcasına yol alıyor. Demek, bunca yıl saklamışlar fotoğrafı. Onlar da unutamamışlar. Demek, söz verdiği gibi göndermiş babası o fotoğrafı. Kendisine fotoğrafın bir kopyasını neden vermemiş olduğu dank ediveriyor kafasına. Kayıp oyuncak tüfeğini hatırlayıp üzülsün istememiş. Hatta belki, annesi görsün de istememiştir. Annesi, oyuncak silahlarla oynamasına izin vermezdi. Sünnetinde hediye gelen oyuncak tabancalar, tüfekler birer ikişer yok olmuşlardı ortalıktan. Yokluklarını neden sonra fark edebilmişti. Kayboldukları için de üzülmemişti hiç. Fotoğraftaki tüfek kaybolduğunda ne çok ağlamıştı oysa! Dönüş için yola çıkacakları günün sabahında çekmişti fotoğrafı babası. Valizlerini hazırlamış, arabaya yüklemişlerdi ki, tüfeğini almayı unuttuğunu farketmiş, koşarak motel odasına dönmüştü. Koyduğu yerde yoktu. Tüfeğini bulmadan yola çıkmak istememiş, ağlamış, bağırmış, türlü huysuzluklar etmişti. Babası, üzgün gözlerle kendilerine bakan arkadaşlarına, bulduklarında tüfeği Can için saklamalarını tembihlemişti. Seneye geldiklerinde tüfeğini arkadaşlarından geri alacağını, yine birlikte oynayacaklarını söyleyip kendisini avutmaya çalışmıştı. Şimdi anlıyor ki, eve elinde tüfekle girsin istememiş, oyuncağı saklamaları için el altından arkadaşlarına vermiş. Ne yazık ki, birlikte geçirdikleri ilk ve son yaz tatiliymiş. Hatta belki de tatilin hafızasına “sürpriz tatil” diye kazınması da, annesinin ince düşüncesi sonucudur. O sabah babasının sesine uyanmış, sevinçle salona koşup boynuna atılmıştı. Annesi, kendisine bir sürprizleri olduğunu söylemişti. Babası onu üç haftalık uzun bir tatile götürmeye gelmiş. İki haftalık yıllık iznini bayram tatiline eklemiş. Kollarını havaya kaldırıp zafer çığlıkları atmış, sevincinden bir annesine bir babasına koşturup durmuştu. Demek ki, babası yine sözünde durmaz da gelmezse diye önceden söylememiş annesi. Hayal kırıklığı yaşasın istememiş. Valizini gizlice hazır edip saklamış.
Birden neşeli bir kahkaha savurup, elinin ayasıyla direksiyona bir tokat indirdi. “Tabii yaaa! Saklamış bunlar tüfeğimi.” Telefonda birinden biri bir sürprizleri olduğundan da söz etmişti sanki. Hem fotoğrafın aynısından çekeceklerini de söylememişler miydi? Yirmi yıl boyunca saklanır mı bir oyuncak? O fotoğrafı sakladıklarına göre neden olmasın? Neşeyle “Hay sizi Rıfkı’yla Faik… Ve dahi Hayri!” diye söylenip hedefe bir an önce ulaşma isteğiyle hızını arttırıyor.
Rıfkı, Faik ve Hayri, motel sahibinin çocuklarıydılar. Can’la yaşıt olan Rıfkı’yla Faik ikizdi. Hayri iki yaş büyüktü onlardan. Babası önceden de gitmiş o motele. Birlikte geçirecekleri tatil için orayı seçmesi, oğlanlarla oynayabilmesi içinmiş biraz da.
Motel denizin hemen kıyısındaydı. – Can’ın motel dediği, göz alabildiğine uzanan kumsala kavuşan dönüm dönüm narenciye bahçelerine seyrek sepelek yerleştirilmiş, sahiplerinin yaz kış yaşadıkları büyükçe köy evlerinden biriydi aslında. Bazı odalarını yazlıkçılara kiraya vermeye başlamışlardı. – Boncuk mavisi deniz, bir-iki adımdan sonra aniden derinleşiyordu. Dalış tutkunu babası için büyük nimetti bu. Balık gibi yüzen yaşıtlarını görünce, Can da korkusunu yenmiş, yüzmeyi o derin sularda öğrenmişti. Motel sahibinin büyükçe bir balıkçı teknesi vardı. Bazı günler sabahtan akşama koy koy gezdiriyordu onları. Tahtadan yonttukları kılıçlarıyla ne çok ganimet ele geçirmişlerdi o gezintiler sırasında. Akşamları bahçedeki çardağın altına yerleşiyor, uykudan gözleri kapanana kadar, değiş tokuş ede ede cilt cilt Tom Miks-Teksas’ın altından girip üstünden çıkıyorlardı. Sabah ya Rudi ya Tom Miks ya Teksas ya da Kırmızı Urbalı olarak uyanıyor, denizin taşıyıp getirdiği ıslak, kararmış tahtaları tabanca tüfek bilip maceraya atılıyorlardı. Gözlerine ilişen her ahşap parçası, iyi kötü potansiyel birer silahtı onlar için. Hatta Can, belli ki dikilecek bir fidana destek sağlasın diye bir kenara bırakılmış fırça sopasını araklamış, gizlice odalarına getirmişti. Ayna karşısında tüfek tutar gibi omzuna dayamaya çalışıp prova yaptığını gören babası, sopayı kol boyuna göre kesmiş, iki üçgen ahşap parçayı birleştirip bir ucuna çakarak dipçiğini yapmış, orta kısmına demir halkadan tetik tutturmuştu. Arkadaşları tüfeğine imrenerek bakmış, “nerden buldun lan bunu?” diye hep bir ağızdan bağırışmışlardı.
O bayram sabahı babası elinde hediye paketleriyle çıkagelmişti. Uyandığında odada yoktu, demek ki kasabaya bayram hediyesi almaya gitmiş. Arkadaşlarıyla çardakta oturmuş, pişpirik oynuyordu. Babasının “gelin bakalım gençler, bayramlaşalım” diye seslenmesi üzerine ellerinden oyun kağıtlarını fırlattıkları gibi koşturup, hediyeleri kapışmışlardı. Paketlerden birbirinin eşi dört tüfek çıkmıştı. Oğlanlar bir şenlikte kutlama ateşi açar gibi tüfeklerini havaya kaldırıp, tetiklere basa basa, sevinç çığlıkları içinde dakikalarca koşturmuş, sonra oyun kurmak üzere bir köşeye çekilmişlerdi.
Tüfekler öylesine sahici gibiydi ki, oyunlardan önceden aldığı zevki almaz olmuştu Can. Kendini eskisi kadar kolayca kandıramıyordu artık. Oyunlarına kattıkları ne varsa, tüfeklerle birlikte, tüfekler kadar gerçek görünür olmuştu gözüne. Onca gündür temkinli adımlarla yaklaştıkları tehlikelerle dolu orman gitmiş yerine narenciye ağaçlarının gölgelediği bahçeler gelmişti. Timsah yavruları yerlerini kertenkelelere bırakmışlardı. Ganimet olarak ele geçirdikleri zümrüt, yakut ve safirler, bir avuç renkli çakıl taşından başka bir şey değilmiş meğer. Yine de tüfeğini çok sevmişti. Beraberce paketleri açarken duyduğu sevinç yerli yerinde kalmıştı.
Hedefe yaklaştıkça heyecanı, sevinci artıyordu. Mayosunu giyer giymez o boncuk mavisi denize atacaktı kendini. Sonra da evin arkasındaki portakal bahçesine sofralarını kuracak, hasret gidereceklerdi. Evi ve portakal bahçesini yerli yerinde bulabilseydi elbette. Evin yerine beş yıldızlı muazzam bir otel dikmişler. Sahil şeridi boyunca uzanan narenciye bahçelerinden eser kalmamış. Çok yıldızlı otellerin otoparklarına dönüştürülmüşler. İşte o otoparklardan, arkadaşlarının beş yıldızlı otelinin arkasına denk gelene arabasını park edip, elinde valizi şaşkın şaşkın resepsiyona doğru ilerledi. Adını söylemesiyle, resepsiyonda görevli gençkız telefonu kaldırdı, “Can bey geldiler efendim” dedi. Birkaç dakikaya kalmadan izbandut gibi üç genç adam kahkahalar atarak üzerine çullandı. Gürültülü sevinç gösterileriyle kendisini kucaklayan adamlardan kurtulmaya çalışırken “durun yahu! Açılın da göreyim hanginiz hanginiz? diyebildi. Birbirlerinin aynısı iki genç adama bakarak salladı: “Sen Rıfkı… Sen de Faik.” Şansa doğru bilmişti. Üçüncüsü de Hayri’ydi doğal olarak. Valizini odasına çıkarması için bellboy’a teslim edip, terasa doğru sürüklediler Can’ı. Zemini parlak beyaz mermer döşeli terasın kıyısına ilerleyip denizi görmek istedi. Neyse ki açığına demirlemiş onlarca devasa yata rağmen boncuk mavisini koruyabilmiş. Arkadaşlarının çekiştirmesiyle barın yakınındaki masada buldu kendini. Az sonra kokteyllerini yudumlarken lafı birbirlerinin ağzından ala ala birlikte geçirecekleri tatil için yaptıkları planı anlatmaya başladılar. Otelde kalacak olurlarsa, işten güçten ne istedikleri kadar birlikte zaman geçirebilir ne de tatil yapabilirlermiş. Üç gün için de olsa tekneyle açılacaklarmış. Sonrasında istediği kadar otelde kalabilirmiş. Kaçıp kaçıp yanına gelirlermiş nasıl olsa. Tekneyle hangi gün hangi koya, hangi limana demirleyeceklerini anlatırken, bir biri, bir diğeri yerinden kalkıp çevre masalardaki misafirlerinin hallerini hatırlarını sormaya gidiyordu. Misafirler de hatırları sayılmayacak cinsten değildi hani! Ünlü işadamları, tanınmış gazeteciler, politikacılar… Yanına döndüklerinde “görüyorsun ya halimizi” anlamında bir işaret çakıyor, sayesinde birkaç gün için de olsa tatil yapabileceklerini tekrar tekrar hatırlatıp, şerefine kadeh kaldırıyorlardı. Akşam yemeğini birlikte yiyecek, sabah erkenden denize açılacaklardı.
Odasının kapısını ittiğinde, şaşkınlıktan dona kaldı. Otel odası değildi burası, adeta bir villa katıydı. Deniz, yüksek tavandan kesintisizce inen cam duvarın ardında ayaklarının altına seriliydi. Valizinden mayosunu çıkaracakken vazgeçti. Yüzmek istemiyordu artık. Yabancılaşmıştı sanki çocukluğunun denizine. Duşun altına girip, dakikalarca kaldı.
Akşam yemeğinde yapmacık neşelerinden kurtulup, sahici bir sevinci paylaşabildiler sonunda. Sanki onca yılı geride bırakmamışlardı. “Gerçek arkadaşlık budur işte” diye düşündü Can. “Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin yabancılaşmamak, kaldığın yerden devam edebilmek…”
Tekneyle denize açılacakları bir sabah, erkenden uyanmış, gizlice mutfağa girip, karnıyarık için akşamdan kızartılıp hazır edilmiş patlıcanları aşırmış, yardıkları ekmeklerin arasına tıkıştırıp yanlarında götürmüşlerdi. Denizde yüzüp acıktıktan sonra saldırdıkları o ekmek arasının tadı damağından hiç gitmemişti. Tabii bir de, babalarının kolları sıvayıp beraberce hazırladıkları, avludaki taş fırına verdikleri ahtapot güvecin… Ahtapot güveçten söz eder etmez, Hayri’nin bir işareti üzerine garsonlar koşturup masanın ortasını boşalttılar. Birkaç dakika içinde güveç sofradaydı. Kebapperver müşterileri için yaptırdıkları lahmacun fırınına verdirmişler hem de… Tabaklarına servise kalkışan baş garsonu tepelerinden kovalayıp ekmeklerini kaptılar, etraftaki müşterilere aldırmaksızın neşeli gülüşler eşliğinde çocukluklarındaki gibi güvecin içine daldılar. Ekmek arası patlıcan kızartmaları da sabaha hazır edilecekmiş.
Sabah erkenden uyanıp, arkadaşlarının yanına koştu. İskelede kendilerini bekleyen çok katlı devasa yatı görünce, “tekne dediğiniz bu muydu lan?” diye bağırdı. “Bildiğin gemi bu be!” Birbirlerini kovalayarak, itiş tepiş bindiler tekneye. Demir almalarına daha vardı. Kahvaltılarını ederken kendilerine üç gün yetecek erzağın yüklenmesini bekleyeceklerdi. Kasa kasa içki, kasa kasa deniz mahsulü tekneye taşınırken, iştahla çöktüler kahvaltı sofrasına. Kahvaltı sonrası kahvelerini yudumlarken, Can daha fazla dayanamadı, “sakladınız mı lan yoksa tüfekleri?” diye soruverdi. “Saklamaz olur muyuuz!” diye bağırıştı üçü bir ağızdan. “Hem öncesi sonrası fotoğrafı çekecez dememiş miydik?” diye atıldı Faik. Rıfkı gömlek cebinden fotoğrafı çıkarıp, rest çeken oyuncu edasıyla masaya çarptı. “Nereden nereye fotoğrafı! Yirmi yıl önce sahile demirlemiş sandalda, yirmi yıl sonraysa… yine ‘aynısının tıpkısı pozu’nu verecez haa! Fotoğrafa iyice bakın da belleyin surat ifadelerinizi, nerede, nasıl durduğunuzu falan…” İtiş kakış içinde birbirlerinin üzerine abanarak aynı pozu vermeye çalışıyorlarken, neşeli bir sabırsızlıkla silkinip arkadaşlarının kolları arasından sıyrılıp çıktı Can. “E hadi o zaman! Getirin tüfekleri.” Hayri’yle Rıfkı ağır adımlarla kamaraya girip gözden kayboldular. Kamara kapısında yeniden göründüklerinde, ellerinde ikişer kalaşnikof vardı. Öylesine şok olmuştu ki, bir an için silahları oyuncak sandı. Nasıl olup da, bir an için de olsa, öylesine salaklık edebildiğine şaştı sonradan. Oyuncak olamayacak kadar “ağır”dı silahlar. Kendisini daha fazla kandıramayacaktı artık. Tüfeklerin ortaya çıkışıyla birlikte, şahit olduğu sahne olanca gerçekliğine bürünmüştü. Apaçık ortaya çıkmıştı arkadaşlarının gerçek yüzleri de. Resepsiyonda karşılaştıkları o ilk andan beri bilip de kendine itiraf etmek istemediği gerçek yüzleri…
“Nereden buldunuz lan bu silahları?” diye haykırdığını hatırlıyor.
Eve dönmesinin üzerinden birkaç gün geçmişti ki, mesaj kutusuna bir fotoğraf düştü. Ellerindeki kalaşnikofların iyice görünmesi için kollarını havaya kaldırmış, itiş kakış içinde birbirlerinin üzerine abanarak poz vermiş dört genç adam. Ekrandaki fotoğrafı büyüterek, kendi yüzüne yakınlaştırdı. Çocukluk fotoğrafında gülerek poz verdiği için sırıtmış. O sırıtış, bakışlarındaki alaycılığı daha da belirgin kılmış. O üç gün boyunca, dalga geçer tavırlar takınarak içine düştüğü ağır durumu hafifletebildiğini, sinsi alaycılığıyla arkadaşlarından öç aldığını sanmıştı. Oysa şimdi anlıyor ki, asıl kendinden öç almak istemiş. Karşı koyamadığı, fotoğraf karesinde yer almayı kabul ettiği için. İlk kulaçlarını attığı boncuk mavisi denizine, ona tehlikelerle dolu unutulmaz maceralar yaşatmış uçsuz bucaksız narenciye bahçelerine ihanet ettiği için.
…Ve en çok da, babasıyla geçirdikleri o ilk ve son “sürpriz tatil”in anısına ihanet ettiği için.