Rusya lideri Putin’in Türkiye ziyaretinin yankıları sürüyor. Batılı analistler ziyarete daha çok negatif bir pencereden bakıyor. Ancak yaklaşımları, iç kamuoyunda eskisi gibi yankı bulmuyor.
2009-2010 yıllarını hatırlayalım. Türkiye’nin İran’la yürütülen nükleer anlaşma müzakerelerinde ABD ve İsrail’in yanında yer almaması, muazzam bir “eksen kayması” ve “değerli yalnızlık” tartışması başlatmıştı.
Başlatmıştı, çünkü ABD’nin ve Batının içerde büyük bir propaganda gücü vardı. Bu bloka yakın isimler, Türk medya düzeninin önemli kilit noktalarını ele geçirmişti. Haliyle psikolojik yönlendirmeleri ve etkileri büyük oldu.
Türkiye ile Rusya arasında son dönemde stratejik ekonomik ve askeri işbirlikleri yaşanmasına rağmen aynı hava oluşamıyor. Çünkü Batı’nın propaganda makinesi hem içerde artık etkili değil (hâlâ istisnalar olmakla birlikte), hem de bulunduğu konumu kaybetti.
Vakanın aydınlatıcı şoku
Türk-Rus ilişkilerini bugünkü seviyeye ulaştıran, 24 Kasım 2015’de düşürülen Rus uçağı oldu. Eğer o tarihi vaka yaşanmamış olsaydı, muhtemelen Türk-Rus ilişkileri bugünkü seviyeye ulaşamayacaktı. Belki ekonomik ilişkiler canlı olacaktı; ancak münasebetler stratejik ve güvenliği de kapsayan bir perspektif kazanmamış olacaktı.
Uçak vakası, iki ülke ilişkileri açısından “karanlığın aydınlatıcı işlevi”ni gördü. Bu işlev hem krizi doğuran sebeplerin anlaşılmasını, hem de krizin sona erdirilmesini sağlayan iradenin oluşmasını sağladı.
Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin geliştiği dönemdeki konjonktüre baktığımızda, Türk-Rus yakınlaşmasını teşvik eden dört önemli gelişme yaşandığını görüyoruz.
Bir. Ekim 2015’de, Suriye’nin kuzeyinde yer alan üç kantonu birleştirerek bir koridor oluşturmayı amaçlayan (ve ABD’nin desteklediği) YPG, ilk kez Fırat’ın doğusuna geçiş yaparak Menbiç’i aldı. Bu gelişme Türkiye’de kırmızı alarma sebep oldu.
İki. 15 Temmuz 2016’da FETÖ ve Batı kaynaklı bir askeri darbe vuku buldu. Ancak kanlı darbe kontrol altına alındı. Washington ve Brüksel ise darbeye son derece cılız tepkiler gösterdi.
Üç. 24 Kasım 2016’da Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakere süreci donduruldu.
Dört. 19 Aralık 2016’da Rus büyükelçisi Andrey Karlov bir suikaste kurban gitti.
Türkiye açısından baktığımızda, bu dört olay Türk-Rus ilişkilerinin normalleşmesi ve gelişmesine ivme kazandırdı. Türk devlet aklı, Rusya ile ilişkilerin bozulmasının Türkiye’nin ulusal güvenliğine çok ciddi, hattâ telafisi imkânsız riskler getirdiğini görerek, Rusya ile ilişkileri düzeltmeye karar verdi.
Rusya açısından baktığımızda, Ukrayna’da yaşanan kriz ve Kırım’ın işgali sonrasında Batı’nın 2014 yılından bu yana uyguladığı ambargo, Türkiye ile ilişkileri düzeltmeye sevk etti. Putin, Ankara ile Brüksel ve Washington arasındaki gerginliği kendisi için bir fırsat olarak gördü. NATO’nun Rusya’ya karşı Doğu Avrupa’daki askeri gücünü artırdığı, Karadeniz’de ise daimi bir askeri güç oluşturmaya başladığı bir sırada, Putin NATO üyesi Ankara ile ilişkileri geliştirerek avantaj kazanmayı amaçladı. Türkiye’nin Suriye odaklı çok ciddi tehdit algılaması da Rusya’nın amaçlarını gerçekleştirmesini kolaylaştırdı.
İşbirliği stratejik ortaklığa dönüşür mü?
Uçak krizi sonrasında Türk-Rus ilişkileri, Putin’in iki gün süren son Ankara ziyaretinin de gösterdiği gibi, giderek derinleşiyor. İlişkiler henüz stratejik ortaklık seviyesine ulaşmış değil. Ama stratejik diyalog ve belki stratejik işbirliği karakteri kazandığını söyleyebiliriz. Enerji, güvenlik, ekonomi gibi çok önemli konu başlıklarında ciddi işbirlikleri var. Ve bunlar her iki ülkeye de çok büyük katma değer kazandırıyor.
Şimdi hem içerideki bazı kesimler, hem de Batı, bu işbirliğinin ileride stratejik ortaklığa dönüşüp dönüşmeyeceğini, Türkiye’nin yüzünü Batı’dan çevirmesine yol açıp açmayacağını merak ediyor. Öğretim üyesi Emre Erşen, İktisadi Kalkınma Vakfı dergisinde kaleme aldığı “Türkiye-Rusya yakınlaşması: Yeni bir eksen kayması mı?” başlıklı makalesinde bu türden bir tartışmanın erken olduğunu söylüyor.
Türkiye’nin dış politikasında geçmişten bu yana Rusya’yı Batı’ya karşı bir denge unsuru olarak kullandığına dikkat çeken Erşen, Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye ile Rusya arasında tesis edilen ilişkileri, ya da 1960’larda ABD’nin Kıbrıs sorununa yaklaşımına tepki yüzünden SSCB ile ekonomik ve siyasal ilişkilerin güçlendirilmesini buna örnek gösteriyor.
Erşen aynı şekilde, ABD’nin Irak politikası yüzünden Türkiye’nin ciddi sıkıntılar yaşadığı, Kıbrıs’ın tam üyelik kazanmasının keza Batı’yla bir krize yol açtığı 2003-2006 arası dönemde de Türkiye’nin Rusya’ya yakınlaştığını, bunun da ilişkilere ciddi derinlik kazandırdığını vurguluyor.
Erşşen’in çok yerinde bir hatırlatması daha var: Türkiye ile ilgili “eksen kayması” teorisi, özellikle Türkiye’nin 2009-2010 yıllarında ABD ve İsrail ile ters düştüğü bir döneme denk geldi.
* * *
Amerika YPG konusunda Türkiye’nin beklentilerini karşılasa dahi, ben Türk-Rus ilişkilerinin bozulacağı kanaatinde değilim. Çünkü (1) Batı Türkiye’yi ve ülkeyi yöneten siyasi iradeyi kuşatmayı sürdürdükçe, iktidarda kim olursa olsun karşı denge oluşturmak için Rusya’yı can simidi olarak görür. (2) Türkiye’nin ulusal güvenlik kaygılarını kim empati kurup anlayabiliyorsa o büyük jestlere mazhar olur. Bunu şimdiye kadar en iyi yapabilen ülke, Rusya. (3) İran kartı, ABD’nin Türkiye’ye önereceği iyi bir ödüllendirme vaadi olamaz. Çünkü o kart, Suriye’den de beter ulusal güvenlik sonuçları doğuruyor. (4) Rusya ile iyi geçinmenin turizm, enerji, inşaat, yaş meyve-sebze gibi sektörlerde cazip ekonomik getirileri var.